“Başörtüsü ve Özgürlük” Konulu Makaleler

Basın Açıklaması Tarihi: 22/02/2008
İNSAN HAKLARI GÜNDEMİ DERNEĞİ


İnsan Hakları Gündemi Derneği “Başörtüsü Yasağı ve Özgürlük” konulu makalelerin derlenmesini sağlayan Bekir Berat Özipek ve Hilal Yücel’e teşekkür eder.

Yani basörtüsü hic mi sinirlanmayacak?

Yorum – Etyen Mahçupyan – Zaman Gazetesi

Tartismayi pek bilmeyen ve gercek tartismalardan kacma konusunda hayli mahir olan kamuoyumuz, özellikle muhafazakar kesimden gelen bir partinin iktidari ile birlikte kadin meselesinde aniden fazlasiyla duyarli hale gelmis görünüyor. Siyasi anlami ve islevi ön plana ciktigi ölcüde, laik medyanin gündeminde yer alan bu konunun odak noktasi ise basörtüsü.

Neyse ki basörtüsü toplumsal acidan hak ettigi siradanligi coktan elde etmis durumda. Cünkü sonucta Müslüman kadinlarin inanclarinin geregi olarak baslarini kapatmalarindan söz ediyoruz ve bunda pek de tartisilacak bir sey yok. Bu olayin dinde var olup olmadigi tartismasi zaten bir noktadan sonra pek de anlamli degil. Cünkü inanc, dinin ne söyledigi degil, dindarin dinden ne anladigidir ve eger insanlarin bir bölümü kadinlarin baslarini kapatmalarini ‘dinin geregi’ olarak sunuyorlarsa, bu onlarin inanclari nedeniyledir. Dolayisiyla da bazilarinin yaptigi gibi, kutsal kitabin herhangi bir ayetine dönerek dinin böyle bir yaptirim getirmedigini söylemek abes. Nitekim baslarini örten kadinlar da söz konusu tercihlerini bu ayetleri okumus olarak ortaya koymaktalar. Dahasi bir kadinin kutsal kitabi hic okumadan da Müslümanliga iliskin bir kanaati olabilir. Bunun ‘dogru’ Müslümanlik olmadigini söyleyenler cikacak olsa da, mesele basörtülü kisinin kendi algilamasina gelip dayanacaktir. Her okuyanin farkli bir bicimde yorumlayabildigi acik olan kutsal metinlerin, sirf okunarak ‘dogru’ anlasilacagini sanmak zaten herhangi bir dindar icin fazlasiyla pozitivist bir önermedir. Dolayisiyla okumanin anlama acisindan sinirli bir yeterlilik saglayacagi zaten veri iken, hic okumadan da Müslüman olunabilecegi asikardir.

Burada meselenin esasina, yani ‘sosyolojiye’ geliyoruz… Cünkü din her cografyada ve tüm zamanlarda daima bir cemaatin icinde ögrenilir, uygulanir ve yasanir. Diger bir deyisle kisi zaten cemaatin daha önceden var olan din yorumunun icine dogar. İnanc, söz konusu dinin etrafinda, ama bazen onunla dogrudan temas kurmadan sekillenir. Nitekim bircok genc, hangi kültürden ve dinden olursa olsun, dini ögrenme istegi duydugunda cogu zaman zaten o inancin icinde yogrulmus durumdadir ve tam da bu nedenle dinini daha derinden ögrenme istegi duyar. Dolayisiyla da örnegin basörtülü kadinlarin bu tercihlerini olumlayan bir cemaat icinde yetistiklerini, bas örtmenin dogal oldugu bir sosyal ortamin icinde kisiliklerini bulduklarini gözden uzak tutamayiz.

Ama ‘sosyolojinin’ gücü bundan da fazlasini ima ediyor… Cagimiz küresellesmenin hizla yayildigi, yeni standartlarin ve hayat bicimlerinin cografyalar arasinda kendiliginden akiskanlik kazandigi bir dönemi ifade ediyor. Bu durumun bir uzantisi da kültürel ürün ve degerlerin bir ortak payda yaratmis olmasi. Tabii ki her yerel kültürün kendine has nitelikleri devam ediyor; ancak her yerellik kendisini küresel olanin icinde yeniden tanimlamak zorunda kaldigi icin, degisiyor da… Bu degisim cogu zaman sekilsel ve yüzeysel olsa da, gercekte kisinin kendisini ve kendine ait olani yeniden degerlendirmesini ima ediyor. Bu duruma eskiden ‘modernlesme’ deniyordu. Simdi o kelimenin yetersiz kaldigini hissediyoruz, cünkü modernlesme modern olmayanin modern olana benzemesi olarak algilanmaktaydi . Oysa bugünkü degisim modern kaliplarin kirilmasina, hatta bazen modern olanin kendi arzusuyla modern olmayana dogru adim atmasina neden oluyor.

Bu tablo basörtüsünün bunca yillik ‘beklemeden’ sonra nasil olup da bir anda ‘türbana’ evrilmis oldugunu anlasilir kilmakta. Basörtülü kadinlarin cogunun baslarindaki giysi icin bu Fransizca köklü, modern kokulu kelimeyi kullanmadiklari ni biliyoruz. Onlar ‘basörtüsü’ demeyi tercih ediyorlar… Ancak öte yandan da baslarindaki giysinin klasik, geleneksel basörtüsünden epeyce farkli oldugu, cok daha itina gerektirdigi ve haliyle cok daha iddiali oldugu da acik. Yani ‘türban’ kelimesini kullanmayacak olsak bile, sosyal görünüm itibariyle bugün bas örtme pratiginin parcasi olan ve birbirine pek de benzemeyen cok farkli giysilerin bulundugu gercegini göz ardi edemeyiz. Farkliligi yaratan, bizzat basörtülü kadinlarin eski usül bas baglamayi gelenegin uzantisi olarak algilamalaridir. Bugün ‘türban’, dindar olmakla birlikte o gelenegin edilgen bir parcasi olmayi kabullenmeyen kadinlarin giysisi. Yani cemaatinin disinda bir dünya oldugunu bilen ve o dünyaya da seslenen küresel bir kisilesmenin tezahürü…

Ama ‘sosyolojinin’ gücü bizi bunun da ötesine gecmemiz icin zorluyor… Bas örtmede ‘türban’ kullanimi genc kizliga adim atmanin, ailenin ataerkil kabugunu kirmanin, erkek despotizmi karsisinda nefes alacak bir alan acmanin; ve ayni zamanda sosyallesmenin, bos zaman kullaniminin, kendi kültürünü üretmenin ve paylasmanin mümkün kilinmasi demek… Tam da bu nedenle ‘türbanli’ kadinlarin dindarlik düzeyleri ve dinden ne anladiklari büyük bir cesitlilik arz ediyor. İnanc bu insanlara basin örtünmesi gerektigini söylüyor; ama basin nasil örtülecegine söz konusu kadin karar veriyor ve bu karar artik dinsel degil… Bu sosyolojik ve psikolojik bir karar. Nitekim anketlere göre ‘türbanli’ kadinlarin sayisinda belirgin bir artis yokken, baslarinda var olan giysinin adina ‘türban’ diyen kadinlarin artmasi, bu bas baglama yönteminin arzu edilir bir kadinlik haline tekabül ettigini ortaya koymakta. Diger bir deyisle ‘türban’ takiyor olmak, bircok kadin icin ‘basörtüsü’ takiyor olmaktan daha prestijli, daha cazip ve daha kisilikli. Ancak bazilarinin sandigi üzere daha ‘dindar’ veya daha ‘siyasi’ degil…

Bu ayiklamayi yaptiktan sonra, laik kesimin icinde basörtüsü etrafinda yürütülen iki tartismayi ele alabiliriz. Hemen akliniza basörtülü kadinlarin baski nedeniyle baslarini kapattiklari, özgürlüklerini yitirdikleri türünden cahilane söylemler gelebilir… Bizim bunlarla isimiz yok. Deger verdigimiz iki tartisma demokratlarin, yani basörtüsüne yillar boyunca destek vermis ve halen vermekte olanlarin kafasindan gecenlere iliskin. Bunlardan birincisi hizmet alan/hizmet veren ayrimi üzerine oturuyor. Öne sürülen tez ise basörtüsünün hizmet alanlar icin tamamen serbest olmasi, ancak hizmet veren pozisyonunda olan kisilerin baslarinin acik olmasi gerektigi. İkinci tartisma ise, basörtüsünün bir kisisel tercih olarak ancak belirli bir yastan sonra kullanilmasinin kabul edilebilir olduguna iliskin. Yani resit kisilerin basörtüsü takma özgürlügü taninirken, henüz resit olmayanlarin baslarinin acik olmasi gerektigi söylenmis oluyor.

Böylece basörtüsünün sinirinin kendi zihniyetimiz acisindan nasil cizilecegi sorusuyla yüzlesmek durumunda kaliyoruz. Buradan hareketle de ‘demokratligin’ ne olduguna, böyle bir meselede nasil bir konum almasi gerektigine iliskin cikarsamalar yapmamiz mümkün olabilecek… Dikkat edilirse birinci tartisma mekansal, ikincisi ise zamana iliskin bir sinirlama arayisi icinde. Birinci tartisma kisinin kamusal alanda ne yaptigina, ikincisi ise kamusal alana ne zaman ciktigina bakiyor.

Ne var ki her iki pozisyon da bizzat demokratligin icinden bakildiginda epeyce problemli gözükmekte. Hizmet alan/veren ayirimindan hareket etmenin gerekcesi, bir basörtülünün hizmet veren konumda oldugunda karsisindakinde ön yargi yaratabilecegi ve bu durumun hizmeti belki de verilebilir olmaktan cikaracagi. Ne var ki bu tespit basörtüsü takmayan hizmet alicilarin basörtüsü takan hizmet vericilere ideolojik bir bakisla yaklastiklarini söylüyor. Ancak ideolojik bakislar hemen her zaman karsiliklidir… Örnegin basörtülü bir kadinin da basörtüsüz bir yargic tarafindan önyargili karsilanacagina dair korku duymasi hic yadirgatici olmaz. Dahasi, hizmet verenlerin nicin basörtüsüz olmalari gerektigine iliskin olarak öne sürülen gerekcenin bizzat kendisi, laik önyargiyi azimsayan ve mesrulastiran bir nitelige sahip. Oysa önyargi düzeyinin laiklerde daha az oldugunun söylenmesinin pek kolay olmadigi bir yana; uyanacak önyarginin sadece hizmet alanlar degil, hizmet verenler icin de gecerli olacagi acik. Hatta vatandaslik deneyimimizin hizmet verenlerin hizmet alanlardan cok daha fazla önyargili olduklarini kanitlamis durumda oldugu bile söylenebilir. Bu durumda hizmet verenlerin basörtüsüz olma kurali, tüm basörtülü hizmet alanlar icin belirsiz bir önyargi tehdidi ile karsi karsiya kalmalarini ifade eder. Dolayisiyla gercekten demokrat bir cözüm hem hizmet alan hem de verenler icin olabildigince cesitliligin mümkün kilinmasi, kisisel karar ve tercih özgürlügünün kamusal alana yansimasinin saglanmasidir.

Basörtüsü takmanin belirli bir yasa gelmis olmakla baglantili olmasini ima eden önermeye gelince, burada mesele bir genc kizin inanc alaninda ne zaman ‘resit’ sayilmasi gerektigine iliskindir. Acaba bu yas devletin cesitli hak ve yükümlülüklerle baglantili olarak koymus oldugu 18 olabilir mi? Ama herhalde kisisel inanc konusunda hangi yasin resit oldugu sorusunu laik devlete sormayacagiz… Öte yandan genclerin daha erken yasta evlendikleri bir cografyada, bir erkekle beraber olmak icin yasi uygun sayilan bir genc kizin, henüz inanci geregi basini örtme yasinin gelmemis oldugunu iddia etmek de pek kolay degil. Bu durumda resit olma yasini indirmek gerekecektir ama acaba nereye kadar? Ergenlik bir unsur olarak ele alinabilse de, her kadin icin degiskenlik arz etmesi genel bir kural konmasini engellemekte. Buna karsilik sosyolojik gözlemler muhafazakar ailelerin tam da bu bedensel degisimle birlikte cocugu bir ‘genc kiz’ olarak algilamaya basladiklarini ve bas örtme pratiginin ergenlikle yakin bir ilinti icinde oldugunu ortaya koyuyor. Bu durumda bir kizin basörtüsü takma tercihinin ailesine birakilmasi mantikli bir önerme gibi gözükmekte.

Ancak bu noktada demokratlarin kafasinda soru isaretleri uyaniyor, cünkü ailelerin ataerkil zihniyeti nedeniyle bazi kizlarin kendi istemedikleri halde basörtüsü takmak zorunda kalabileceklerini hayal etmek zor degil. Öte yandan bunun tersini engelleyen bir yaptirim cihazi da yok. Yani basini örtmesine izin vermeyen ailesi yüzünden basi acik kalan bir genc kizin bu otoriter aile karsisinda hakkini kim savunacak? Bu ihtimali düsünmemek, muhafazakar ailelerin laik ailelerden daha bagnaz olduklarini, gencler üzerindeki dinsel baskinin sadece dindar ailelerde oldugunu varsaymayi gerektirir. Oysa mesele din oldugunda, inancsiz aileler de muhtemelen kendi acilarindan en az inancli aileler kadar baski uygulama potansiyeli tasimakta.

Böylece demokratlar ataerkil olanla otoriter olan arasinda bir tercih yapmak durumunda kalabiliyorlar… Ne var ki söz konusu ikilemin asilmasi bu iki zihniyetten birine destek vermekten degil, bir baska var olma bicimini önerebilmekten geciyor. Bu ise genclerin kendi gercek tercihlerini ortaya koyabilecekleri ortamlarin aile disinda üretilmesini ve bu ‘konusma alanlarinin’ devletin ideolojik perspektifinin disinda tutulmasini ima ediyor. Normal bir ülkede örnegin bizzat liselerin ve üniversitelerin bu yönde rehberlik destegi saglamasi ve bu hizmetin de hizmet alan/veren ayrimi yapmayan bir bakis icinde yürütülmesi beklenirdi. Ne var ki Türkiye bu ‘normal’ halin hala cok uzaginda oldugu icin, söz konusu tartismalar da anlasilan bir süre daha hükmünü sürdürecek…

Basliktaki sorunun cevabini arayanlar icin ise, benim kisa ve öznel yanitim ‘evet’… Basörtüsünün sinirlandirilmasi öncelikle basörtülülere ait bir mesele olarak algilanmali ve bu kesimin ic cesitliliginin üretecegi demokratliga da güven cikarilmali. Baskalarinin demokrat potansiyelini icsellestiremezsek kendimizin demokrat oldugunu nasil söyleriz?

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=627544

Baş “örtüsü” toplumun zihnini “açıyor”

FERHAT KENTEL Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi 23 Aralik 2007, Pazar

Belki çok içindeyiz; çok içinde olduğumuz her dönemin bizim için “çok özel” görünmesinde olduğu gibi şartlanmış bir şekilde bakıyoruz belki ama, cumhuriyet tarihi boyunca bu memlekette pek rastlanmadığı kadar “düşünmek” zorunda kalıyoruz. Daha doğrusu “beraber düşünmeye” açık olan kesimler ezberlenmiş kalıpların, kurguların sınırlarını zorlayıp, algılarımızda yeni kapılar açarken, “laiklik”, “milliyetçilik”, “çağdaşlık” görüntüsü arkasında tek doğru düşüncenin kendilerinde olduğunu zannedenler, düşünceyi tekellerine almaya çalışanlar, kutsallıklarına yabancı madde bulaşmaması için kendilerini kapattıkları bunkerlerden sadece sağa sola salvo atışları yapıyorlar. Beğenmedikleri “çevre”nin, sınıfların, köylülerin, inançların, kültürlerin etkisi ve değişimin gücü karşısında mavi kanlarının ve imtiyazlarının bozulmaması için kapandıkları o küçük bunker dünyalarında kendine güvensizlik ve korkular had safhada.

Mutlak gerçeklik gibi kabul edilen ezberleri, kurguları bozan değişimin ritmine, hızına, direnişin, düşüncenin ve bilginin çoğullaşmasına yetişemeyenler ciddi ve acıklı bir şekilde geride kaldılar. Çünkü o bunkerlerinde çok havasız kaldılar, beslenemediler, dönüp dolaşıp tekrar ettikleri iki-üç slogana sıkıştılar…

Değişimi felaket olarak nitelendirdiler. Felaketin teorisini yapmaya çabaladılar. Çabaladıkça teorilerinin felaketini apaçık ortaya serdiler…

Teorilerinin acizliği karşısında, belden aşağıya oynamaya başladılar. Sahip oldukları körelmiş dilden en çok nemalananları n hazırladığı tezgâhlara balıklama atladılar…

Bu körelmiş dil vasıtasıyla imtiyazların içine çöreklenenler Mersin’de bir zamanlar bir çocuğun eline tutuşturdukları bayrağı yere attırıp, nasıl “Türk-Kürt çatışması” yaratmaya çalıştılarsa, şimdi de benzer vaziyetlerden medet umuyorlar. Şırınga marifetiyle kadınların bacaklarına kimyasal püskürten bir geri zekâlı sayesinde (ya da aracılığıyla), Türk laikçi imgelemindeki fobik bir işaret olarak “mini eteklilere kezzap atıldı!” alarmıyla (hem de kış günü!) en ucuzundan “şeriat tehlikesi” oyunlarına sarılıyorlar.

Bu ucuzlukların yanı sıra, onların insan aklının sınırlarını zorladıkları durumlar da var. Ama bu sınır zorlamaları düşünceyi çoğaltan, yeni kapılar açan zorlamalar değil. Oynadıkları oyunların boyutları toplumdan ve insandan ne kadar nefret edebileceklerini, bu nefret sayesinde neleri göze alabileceklerini de gösteriyor. Şeriat tehlikesi olarak kullanıma ve tüketime hazır edilmek üzere, Ramazan’da oruç tutmayan insanları boğazlayan üç-beş faşist sayesinde (ya da aracılığıyla) laik panik tamtamları çalıyorlar. Madımak otelini yakan katiller sürüsü sayesinde (ya da aracılığıyla) kimliklerini cilalıyorlar. Cumhuriyet gazetesini bombalıyorlar, Ahmet Taner Kışlalı’yı, Uğur Mumcu’yu, Danıştay yargıçlarını gözlerini kırpmadan katledebiliyorlar. Yeter ki, bunkerlerinin sınırlarına gelmiş değişimden bir miktar daha korunabilsinler. .. Yeter ki, toplumda yarattıkları korku sayesinde bunkerleri korumak üzere kendilerini siper edecek olan “laikçi insan malzemesini” de harekete geçirebilsinler. ..

Bu laikçi insan malzemesini harekete geçirmeye çalışanlar kavgadan inanılmaz medet umuyorlar; kavga gerçekleştikçe de tarifsiz bir zevk alıyorlar. Adeta bir boks maçı şeklinde düzenledikleri, “histerik” çığlıklara sahne olan “32. gün” benzeri programlarla “laikçilerin” ve “şeriatçıların” birbirine girmelerini ve bizim de “bölünerek”, “tehlikenin farkına varmamızı” hesap ediyorlar.

Öte yandan, bu belden aşağı vurma hesaplarının ötesinde aynı zamanda havasızlıktan ötürü oksijen yetersizliğine uğramış akıllarının ne kadar mizah ve yaratıcılık yoksunu oldukları da açığa çıkıyor.

Mesela kardan adam ve kardan kadından korkuyorlar!

Sivas’ta TSE’nin tespit ettiği standartların dışında imal edilen, yani takkeli, sakallı bir kardan adam ve başörtülü, gülümseyen bir kardan kadın (ellerinde de Türk bayrağı!) fotoğrafı karşısında bir köşe yazarı (Fatih Çekirge) “Yapmayın kardeşim bu millete ayıptır” diyor; “Bakın o kardan adamı ne hale getirdik. Kim yapar bunu? Çocukluğumuzdaki o kardan adam beyazlığını böylesine bir tahrikle kim eritir,” diyerek panikliyor ve o muhteşem “tahlilini” sunuyor: “Belli ki birileri bu milleti ‘türban’ diyerek ‘Türk-Kürt’ diyerek, bir çarpışmanın, bir fırtınanın, bir uçurumun eşiğine getirmek istiyor… (…) Bu açık bir tahriktir… Ayıptır ve bu millete ihanettir.” (Hürriyet, 19.2.2008)

“Kardan adam ve kadın temsilinde yeni mizahi arayışlar” olarak nitelendirilebilece k bu kar çalışması üzerine yazarın yorumlarındaki mizah –niyet edilmeden yapıldığı için- eski komedi filmlerindeki düşme sahnelerinin yarattığı efektlere benziyor ve çalışmanın kendisindeki mizahı da bir anda aşıyor…

Kardan adamın takkeli ve sakallısını, kardan kadının başörtülüsüne tahammül edemeyen laikçi zihniyet, seçkinciliğini ve sınıfsallığını de giderek açığa vuruyor. “Starbucks” kafede “başörtülü kadın” gördüğünde mekânın ve kendisinin bütün itibarının yitip gittiğini düşünen (pardon, tecrübe eden) havasız kalmışlar “Burası gibi nezih bir işletmede bunların ne işi var?” diyerek bütün gerçekliği, bütün çıplaklığıyla görünür kılıyorlar. (Bkz. Zeynep Erdim’in haberi, Bianet 19.2.2008)

Pencereleri doğru dürüst hava almayan bunkerlerde hayat giderek çekilmez hale geliyor. Duvarlarını “medeniyet”, “çağdaşlık”, “laiklik” gibi anlamı boşaltılmış iktidar kelimelerinin örttüğü bunkerlerin sıvaları dökülüyor. Altından bir zümrenin sınıfsal tahakkümü ve hegemonyası sırıtıyor. Öte yandan, ezberlerini döne döne tekrar ederek dili fakirleşen, zihni körelen bu seçkinci sınıf iktidarı karşısında homojen cemaatler vasıtasıyla direnmeye çalışanların da çok yeni bir düşünce üretemeyecekleri de ortaya çıkıyor.

“Yeni söz” hem Türk usulü modernizmin totaliterliğine, hem de sadece kendine bakan geleneksel-ataerkil cemaatlerin totaliterliğine karşı direnenlerden çıkıyor. Örneğin, “Söz konusu özgürlükse hiçbir şey teferruat değildir… Biz henüz özgür olmadık… Birimizin diğerimiz için tehlike olduğu korkusunu yayıp bizi birbirimize düşürerek bu adaletsiz düzenini devam ettiren yasakçı zihniyet tamamen ortadan kalkmadan hiç bir özgürlük tam özgürlük değildir. Özgürlüklerin kısıtlanmasının ne demek olduğunu bilen insanlar olarak, bundan sonra da her türlü ayrımcılığın, hak ihlalinin, baskının, dayatmanın karşısında olacağız” diyerek bütün toplumu duyan, bu memleketteki gerçek özgürlük mücadelesine yepyeni bir soluk getiren başörtülü kadınlardan geliyor bu yeni düşünce…

Toplum onlar sayesinde, onların yeni kelimeleri sayesinde kendini, geçmişi ve bugünü daha iyi anlıyor; geleceğe daha güvenle ve umutla bakıyor.

http://www.gazetem.net/fkentelyazi.asp?yaziid=357

PROVAKASYONLAR BASLADI ANCAK HALKIMIZ BU OYUNLARI ÇOK GÖRDÜ

Her turlu ayrimciligin karsisinda oldugunu defaatle kamuoyuna aciklayan Ayrimciliga Karsi Kadin Haklari Dernegi(AKDER) Anayasa degisikligi sonrasi once gerginlik ve catisma iddialarinin ileriye surulmesi ve sonra baslayan provokasyonlar karsisinda asagidaki aciklamayi yapma ihtiyaci duymustur.

Tum Turkiye, yakin bir gecmiste barlarda organize edilen Cumhuriyet gazetesinin bombalanmasi ile bu gun eteginin kisa oldugu gerekcesiyle ilkogretim ogrencilerine yapilan saldirilarin ayni amaca hizmet ettigini, halk arasinda var olmayan bir catisma goruntusu olusturulmaya calisildigini, bu nedenle kimligi belirsiz kisilerce provakatif davranislar
gerceklestirildigin i gozlemlemektedir.

Ancak halkimiz “411= Kaos”, “Anayasa degisikligi kansiz olmaz” ve “catisma cikar” haberleriyle baslatilan suni gerginlik havasinin, gercekte var olmadigini ve olmayacagini bilmektedir. Provakatorler ve bizatihi yasagin kalkmasini gerginlik olarak
sunanlar bilmelidirler ki halkimiz daha once cok gordugu bu oyuna kanmayacaktir.

Sonucta Turkiye’de asla kadinlarin baslarini ortmesinden ya da ortmemesinden ya da eteklerinin boylarindan kaynaklanan bir sorun yasamamistir. Turkiye’deki sorun basini orten kadinlarin farkli muameleye maruz birakilmasi ve otekilestirilmedir. Bu sorunun tek cozumu Turkiye’ye zaman ve enerji kaybettiren her turlu ayrimciligin sona erdirilmesidir.

Bu noktada en basta kendileri yillardir ayrimciligin muhatabi olan kadinlar, kiyafetleri nedeniyle saldiriya ugrayan kadinlarin yanimda olmaya devam edecektir.

AKDER nasil daha once Anayasa taslagina teklif olarak sunulan “ceza mevzuati ve genel ahlaka aykiri olmamak kaydiyla yuksekogretim kurumlarinda kilik kiyafet serbestisi” getiren oneriye karsi ciktiysa, kilik kiyafetin genel ahlak gibi genel ve kisiye gore degisen yorumlarla degerlendirilemeyec egini yazili olarak deklare ettiyse, bu gun ayrimciligin devam etmesine yeterli zemin hazirlamak uzere yapilan saldirilara ayni sekilde karsi cikmaktadir.

Turkiye icin aci verici olan ayni yasami paylasan, ayni topraklarda yasayan kisiler arasinda var olmayan bir kutuplasmanin, ozgur dusuncenin kaynagi olmasi gereken universitelerde var olabileceginin iddia edilmesidir. Ayni otobuste, ayni isyerinde, ayni ailede olan, ayni hastane ve ayni bankadaki sirada beraber bekleyen kadinlar birbirleri icin tehdit mi olusturmaktadirlar ki, ayni kadinlar ayni universite ortamini paylastiklarinda catisma olusacaktir?

Bizler ozgurluklerin kisitlanmasinin ne demek oldugunu bilen insanlar olarak, bundan sonra da her turlu ayrimciligin, hak ihlalinin, baskinin, dayatmanin karsisinda olacagiz. Yaygin medyayi da kullanarak sadece cok kucuk bir azinlik icin gecerli olan dusunceleri yayginlastirip toplumu ajite etmek, catisma goruntusu olusturmak icin kullanmak isteyen
provakatorler asla amaclarina ulasamayacaklar.

15.02.2008
Ayrimciliga Karsi Kadin Haklari Dernegi(AKDER)
Baskani Dr. Rafiye Kizilhan
www.ak-der.org

Demokrasi samimiyet ve cesaret ister!

Ceren Kenar

Doğan Gürpınar’ın 13/02/2008 tarihinde bu köşede yayınladığı “Biz aşağıda imzası bulunan en demokratlar” başlıklı yazısında dile getirdiği argümanlar yıllardır sadece Türkiye Kemalistlerine içkin olduğu düşünülen bir paradigmanın, bu zihniyete alternatif ve muhalif bir pozisyon aldığı öne sürülen akademiye de sirayet edip etmediği konusunda şüpheler uyandırdı. Kemalist ideolojiye çok kez cesurca meydan okumuş birçok akademisyenin altına imza atmış olduğu, son günlerde hararetlenen başörtüsü tartışmasına ilişkin kaleme alınan ve “Hem özgürlük hem laiklik” şiarını benimseyen bildiri Gürpınar’ın da isabetle vurguladığı gibi bir yandan başörtüsü yasağının kalkmasının laikliği zedeleyeceği imasını taşırken, öte yandan bu yasağın tek başına kaldırılması girişimini eleştirmiş ve ancak kapsamlı bir demokratikleşme paketi içinde bu yasağın kalkması gerektiğini savunmuştur. Bu metnin analizi hali hazırda Gürpınar tarafından yapılmış bulunulduğu için, yazıma Gürpınar’ın yazısını bitirdiği yerden başlamayı uygun görüyorum. Doğan Gürpınar, bildiriye imza atan akademisyenlerin başörtüsü yasağının kalkması için sunduğu “koşullar listesinde” olan “‘ötekilerin’ fiilen baskı ve ayrımcılığa maruz bırakılmalarına karşı açık yasal yaptırımlar getirilmesi” ifadesine bir gönderme yaparak şu soruyu yöneltmektedir “aslında bu metin, metinde zikredilen ‘öteki’lerin tam da özgürlükleri şarta bağlanan başörtülülerin kendisi olduğunu göstermiyor mu?”. Sahi bizim demokrat akademisyenlerimizin ötekisi var mıdır, varsa kimdir?

Metinde başörtülü kadınlara karşı kısasa kısas olarak ismi zikredilen Kürtler, Aleviler, gayrimüslimler, yoksullar ve 301. maddeden yargılanma ihtimali olan sol, liberal ve demokrat aydınların olmadığı aşikâr. Ne yazık ki koşullar listesine girmeye hak kazanamayan ve metinde isimleri zikredilmeyen ancak bahsi geçen bu gruplardan daha az ötekileştirilmeyen Çingeneler ve eşcinsellerin de imzası bulunan akademisyenler için açık birer ‘öteki’ olduğunu söylemek, haksızlık olacaktır. Peki, toplumun veya iktidarların ‘öteki’ olarak gördüğü bu grupların bildiriyi destekleyen akademisyenlerce ötekileştirilmemesi, bu akademisyenlerin ‘ötekisi’ olmadığı anlamına gelir mi? Yoksa Gürpınar’ın da dikkat çektiği gibi, bu akademisyenlerin başörtülü kadınların hak ve özgürlük talebi konusunda böylesine koşullu destek vermesi, başörtülü kadınlar mevzu bahis olduğunda diğer gruplara karşı gösterilmeyen bir tutumun benimsenmesi, başörtülü kadınların özne olmaktan çıkarılarak bir siyasi pazarlık nesnesi haline getirilmesi aslında akademimizin ‘ötekisinin’ başörtüsü ve onun simgelediği dini veya siyasi pozisyon olduğunu göstermemekte midir? Örneğin Ermeni soykırımı tartışmalarında hırçın diasporayı, Alevi meselesinde statükosever Alevi cemaatlerini, Kürt meselesinde DTP’nin siyasi tutarsızlıklarını, işçi hakları söz konusu olduğunda sendikaların kirli ve yoz yapısını dikkate almayan ve bu temsil grupları ile kimlikler arasında bir eşleştirme yoluna gitmeyen akademisyenler neden aynı olgun tavrı başörtüsü konusunda göstermemektedir? İmzacı akademisyenler neden başörtüsü sorununun muhatabını canı acıtılan, özgürlükleri ihlal edilen, mağdur başörtülü kadınlar olarak değil de AKP olarak belirlemektedir? Bu akademisyenler kendilerinde başörtülü kadınlara tepeden bakan bir üslupla “sizinkilere söyleyin demokrat olsunlar” “siz de ortamı çok germeyin, başı açıkları da muhafazakarlaştırmayın” uyarısında bulunma haddini nasıl bulmaktadır?

İmzacı akademisyenler açık açık başörtülü kadınlara böylesine farklı ve ayrımcı bir muameleyi reva görebilmektedir, çünkü başörtülü kadınlar Türkiye’nin Anglo-Amerikan akademinin diline vakıf/konuşan akademisyenleri için ‘ötekidir’. Zira başörtülü kadınların bedenleri üzerinde simgeledikleri dini inanış Türkiye akademisinin kurucu dışarısıdır. Modern akademinin kuruluş felsefesi dinden bağımsızlaşma, ayrışma hatta kopma üzerine kuruludur. Bu perspektifte bilgi herhangi bir dini referanstan bağımsız olmakla tanımlıdır ve din sadece bir inceleme nesnesinden ibaret görülmektedir. Türkiye akademisi bu modern akademi ve bilgi tasavvurunu içselleştirmek ile yetinmemiştir. Kemalist paradigmanın bir neticesi olarak tezahür ettiğinden, Türkiye akademisi dine karşı bakışında sadece bir mesafe ve nötralite geliştirmemiş, aksine dini olumsuzlama ve hakir görme eğilimine gitmiştir.

Aynı zamanda dinin kamusal görünürlülüğün yarattığı rahatsızlık da başörtülü kadınların ötekileştirilmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Her ne kadar bu bildiriye imza atan akademisyenler, emek ve emekçinin dostu ifadeleri ile sınıfsal ayrımın karşısında olduklarını ima etmişse de; sınıfsal pozisyonların sadece ekonomik sermaye üzerinden tanımlanamayacağını ifade eden son dönem sınıf teorileri hesaba katıldığında, başörtülü kadınların ötekileştirilmesi aslında tam da sınıfsal bir ayrımcılığın geçerli olduğunu ima etmektedir. Başörtülü kadın sadece belli bir siyasal veya dini eğilimi temsil etmemektedir. Başörtülü kadın aynı zamanda bir yaşam biçimini ve bu yaşam biçimi üzerinden oluşturulan bir “habitus”u simgelemektedir. Ve bu metnin altında imzasının bulunduğu bir çok akademisyenin favori sosyologlarından biri olan Bourdieu’nün (ki kendisi okuma parçalarımızın vazgeçilmezlerindendir), sınıfsal pozisyonun sadece ekonomik değişkenlere sabitlenmeyeceği, ekonomik değişkenler kadar kültürel ve sembolik güç ilişkilerinin de sınıfsal pozisyonun oluşumunda belirleyici olduğu üzerine yaptığı tespitler; akademinin kendi özgün hayat biçimi koruma konusunda aldığı muhafazakar tavrın aslında sınıfsal bir bilinçdışının dışavurumu olduğunun açık bir göstergesidir.

Öteki üzerinden kurulabilecek bir ahlaki pozisyonun ima ettiği şey, toplumdaki yaygın anlayışın veya iktidarın belirlediği, ancak bireyin kendisinin ötekileştirmediği ötekilere sahip çıkması değildir. Tam aksine toplumun ötekileri ile ortak olsun olmasın, bireyin kendi ötekisi ile kurduğu ilişki ve bireyin kendi ötekisini önceleyebilmesidir böylesi bir ahlaki duruşu mümkün kılan. İşte bu nedenle Anglo-Amerikan akademinin imtihanı ancak bu tür bir meselede ortaya çıkmaktadır. Kolay olanı Ermeni soykırımını tanımaktır, Kürtlerin ve Alevilerin siyasal ve kültürel haklarını desteklemektir, 301. maddenin kalkmasını istemektir; zor olan ise şimdi karşımıza çıkmaktadır. Dindar kesimin bile ötekisi olan başörtülü kadınlar (zira başörtülü kadınlar dindar kesimin cinsiyetçi tutumu yüzünden ötekinin ötekisi konumundadırlar ve bu konum başörtüsü yasağının kalkmasının bu kadar ertelenmesinin temel nedenini teşkil etmektedir) karşısında aldığımız tutumdur zor olan. Ve evet demokrasi cesaret ve samimiyet ister. Hakikaten başkalarının samimiyetini ve cesaretini sorgulamadan önce, kendi samimiyetimiz ve cesaretimiz konusunda emin miyiz?

Not: Bu yazı Doğan Gürpınar’ın değerli fikirleri ışığında kaleme alınmıştır. Kendisine teşekkür ederim.

http://www.tpe.org.tr/index.php?option=com_content&task=view&id=187&Itemid=58

Baskının etkisi: ‘Öğrenilmiş çaresizlik’

Mustafa Erdoğan

Geçen Perşembe günkü ‘Sindirme Harekátı’ başlıklı yazımda üniversitelerdeki başörtüsü yasağını kaldırma girişimine karşı karanlık bir ittifakın ‘laiklik elden gidiyor’ kampanyası yürüttüğünü hatırlatmış ve kampanyanın amacının bu şekilde hükümet üzerinde baskı kurarak, açıkçası onu korkutarak, geri adım atmasını sağlamak olduğuna dikkat çekmiştim. 2 Şubat’ta da şöyle yazmıştım: ‘(Ç)atışma çıkar, barış bozulur diye haykıranlar aslında demek istiyorlar ki, yasağı kaldırma girişiminden vazgeçilmezse biz çatışma çıkarırız.’

Öte yandan, ben şahsen, zorbalıktan başka birşey olmayan bu ‘sanal yasak’ın kalkmasını hararetle istemekle beraber, daha önce de yazdığım gibi, bunun için izlenen anayasa değişikliği yolunu isabetli bulmuyorum. Yine de, sahiden özgürlük yanlısı olan bir kimseye bu aşamada düşen, parlamentonun bu amaçla yaptığı anayasa değişikliğini onaylanmasını istemek ve bu değişikliğin arzu edilen sonucu vermesini temenni etmektir.

Ne var ki, maalesef tahminlerime uygun olarak, anayasa değişikliğinin Mecliste kabul edilmesimden sonra yasakçı çevreler hükümet, parlamento ve diğer özgürlükçü kesimler üzerindeki psikolojik baskıyı daha da artırmış bulunuyorlar. Büyük medyanın tahrik, tahkir ve tehdit kokan manşetlerine, ana muhalefet sözcülerinin öfkeli beyanlarına, köşe yazarlarının ‘zehir zemberek’ yazılarına, sokaklardaki sözde láiklik gösterilerine… bakın.

Vicdan ve insaftan geçtik, bu adreslerde ne ‘akıl’dan bir emare kalmış ne de ‘izan’dan. Sanırsınız ki, bir yasak kaldırılmamış da herkese baş örtme zorunluluğu getirilmiş! Sanırsınız ki, ülke düşman işgaline uğramış!

Karanlığın efendileri sahte bir olağanüstü kriz -bir seferberlik durumu- havası yaratmada öylesine başarılı oldular ki, öteden beri yasağın kalkmasını isteyen kimi kişi ve gruplar bile korkuya kapılarak bu işten geri adım atılmasını istemeye başladılar. Düşünün ki, parlamentodan geçen anayasa değişikliğinin Cumhurbaşkanınca geri gönderilmesini isteyen ‘Kraldan fazla kralcılar’ çıkmıştır.

Bu baskı havası Başbakanı -yani, daha 7 ay önceki genel seçimden zaferle çıkmış olan çoğunluk liderini- bile bunaltmış olmalı ki, hiç gereği yokken, idamlık gömleği giymeye hazır olduğunu ima eden talihsiz bir beyanda bulunmuştur. Bu beyan sadece merhum Menderes’in bir grup başıbozuk asi tarafından linç edilmesinin utancını bize hatırlattığı için değil, fakat aynı zamanda demokratik çoğunluğun azgın bir azınlık karşısında çaresiz olduğunu düşündürdüğü için de talihsizdir.

Bu bir tür ‘öğrenilmiş çaresizlik’tir. Türkiye’nin demokratik güçlerinin bu öğrenilmiş çaresizlikten bir an önce kurtulması lazımdır.

Bu illüzyondan kurtulmanın ilk adımı da bunun sahih bir durum olmayıp siyasal öğrenme yoluyla içselleştirilmiş bir çaresizlik olduğunun idrakine varmak ve bu psikolojiyi üzerinden atarak kendine güvenmeye başlamaktır. Çünkü, özgürlük ve demokrasi düşmanlarının istediği, zaten, demokratik çoğunlukların sürekli olarak kendilerini çaresiz, aciz, her an alaşağı edilebilir hissetmeleridir.

Başka türlü, her istediklerinde demokratik güçleri sindirerek geri adım atmalarını sağlamaları mümkün olmazdı. Onun için, ‘biz’ korkmazsak onlar hiçbir şey yapamazlar.

14.02.2008

http://www.stargazete.com/index.asp?haberID=142453

Mahalle baskisina ‘hayir’ devlet baskisina ‘evet’ mi?

Doc Dr.Bekir Berat Özipek

… Birey hakki “uzlasma” konusu yapilamaz

Basörtüsü yasaginin Anayasal veya yasal bir düzenlemeyle degil “toplumsal uzlasma”yla cözülmesini önermek bircok bakimdan tutarsizlikla maluldür. Öncelikle, insan haklari devletin veya toplumun onaylamasina, toplumun cesitli kesimleri arasindaki mutabakata bagli degildir. Demokratik hukuk devletini tesis etmek isteyen bir siyasi irade, gerektiginde toplumun cogunluguna karsi bireyin haklarini savunmakla yükümlüdür. Eger bir hak söz konusu ise, burada adil cözüm noktasi, hakkini kullanmak isteyen birey ile onu engellemeye calisan yasakci arasindaki “orta nokta” degildir. “Uzlasma” olacaksa, yasakcinin yasaktan vazgecmesi ve bu mesafe ne kadar uzun olursa olsun, insan haklarinin gerektirdigi cizgiye gelmesidir. Öte yandan “toplumsal uzlasma” önerisi, genellikle yasagin devamindan yana olanlarla, onu kaldirmanin riskini göze alamayanlarca dile getirilen oyalayici veya erteleyici bir tutumu ifade etmektedir. “Toplumsal uzlasma”ya, siklikla, cözümü muhayyel bir gelecege ve tartismali bir sosyal duruma erteleyerek günü kurtarmak isteyenler siginirlar. Cünkü bu anlamdaki “toplumsal uzlasma” dogasi geregi hicbir zaman “tamam, simdi oldu” diye üzerinde hemfikir olunamayacak sübjektif bir durumu ifade etmektedir. Sadece basörtüsü konusunda degil her zaman her konuda uzlasmaya yanasmayan birey ve kesimler olacaktir.

Bir an icin böyle bir uzlasmanin gerekliligini kabul edelim. Eger bu uzlasmadan Türkiye’deki laik cepheci/ulusalci kesimlerin razi edilmesini anliyorlarsa, yasagi kaldirmak istemiyorlar demektir. Cünkü Türkiye’de laikcileri basörtülü kadinlara getirilen yasagini kaldirmaya ikna etmek, Afganistan’da Taliban’i basi acik kadinlara getirilen yasaklari kaldirmaya ikna etmekten daha zor veya daha kolay degildir. En yobazlari okumus yazmislar, medya, üniversite ve yüksek bürokratlar arasindan cikan buradaki laik talibanla veya onun Afganistan’daki dini versiyonuyla uzlasmak, muhtemelen bin yil gecse de mümkün olmayacaktir. Dahasi bunu beklemek, her iki baski ortamindaki kadini ihlalcinin insafina terk etmek demektir. Aslinda “toplumsal uzlasma” diyenler de pekala bunun farkindadirlar.

Eger bu uzlasmadan, toplumun ezici bir cogunlugunun basörtüsü yasaginin kaldirilmasindan yana olmasini anliyorsak, bu konuda toplumsal uzlasma zaten vardir. Türkiye toplumunun bu acidan bir uzlasma sorunu hic olmamistir. Pek cok farkli kamuoyu arastirmasi, toplumun bir mutabakat anlamina gelecek ezici bir cogunlugunun, ki icinde CHP tabaninin da azimsanmayacak bir bölümü vardir, basörtüsü yasagini haksiz buldugunu göstermektedir. Aslinda bu arastirmalara bakmaya da gerek yoktur; sokaga, pazara, caddelerde yürüyen insanlara bakmak yeterlidir. Ayni ailede, ayni sokakta, ayni okulda basörtülü olan ve olmayan kadinlar bir arada yasayabiliyorlarsa, zaten o toplumda uzlasma var demektir. Basbakan Erdogan da gecen dönemde “toplumsal uzlasma”dan söz etmis, ancak bunun zaten mevcut oldugunu fark etmis olacak ki, sözünü “kurumsal uzlasma” olarak degistirmistir. Ancak bu daha savunulur bir pozisyon degildir. Cünkü asgari bir demokraside kurumlar, toplumdan bagimsiz, onun üstünde ve ikna edilmesi gereken kerameti kendinden menkul iktidar odaklari degil, toplumun, ona karsi sorumlu organlaridir. Demokrasilerde toplum, yasagi kaldiracak bir siyasi iradeyi is basina getirdikten sonra bir de “kurumlari ikna” diye bir sorunla ugrasmak zorunda olmaz.

Türkiye’de toplumsal zorlama nedeniyle basini örtmek zorunda olan kadinlar oldugu dogrudur ve bu bir sorundur. Bunun tersi de vardir. Bu ülkede baba, koca, abi baskisi yüzünden basini örtmek zorunda kalan kadin da vardir, acmak zorunda olan da. Ortam da baski kaynagi olabilmektedir. Örnegin İstanbul Sultanbeyli’de mini etekli gezen, İzmir Cesme’de hasemali denize giren kadin en azindan kendisine kötü bakan gözleri üzerinde hissedebilmektedir. Basini örtmek istemeyen kadinlari koruma adina basörtüsü yasagini savunmak, basini acmak istemeyen kadinlari koruma adina devletin herkese zorla bas örttürmesini talep etmekle ayni ahlaki degere sahiptir; yani bir degeri yoktur.

Mahalle baskisi yasagin gerekcesi olamaz

İnsan haklarina dayali devletin ödevi, kadini her iki tür zorlamaya karsi korumaktan baskasi degildir. Ancak tarafsiz devlet, bu baski türlerinden birini digerine tercih edemez ve baski türlerinden birine maruz olan bazi kadinlari koruma adina genel bir yasak getiremez.

Bir an icin, bu ülkede kadina basini acmasi icin hicbir baski yapilmadigini varsayalim. Bu durumda dahi, toplum baskisina karsi devlet baskisini tercih etmemizin hicbir makul tarafi olamaz. Cünkü hic kimse devletin dayatmasinin toplumunkinden daha az tahrip edici oldugunu iddia ederken hakli olamaz. Elbette baskinin her iki sekli de kötüdür; ama makul bir birey, iki kötü arasinda bir tercih yapacak olursa, devletinkini secmez. Cünkü hicbir toplum homojen olmadigindan dolayi, baski dayanilmaz oldugunda o mahalleyi, o okulu, hatta ailesini terk edebilir. Baskiya karsi devletten yardim isteyebilir. Ama baski devletten gelirse, bu cok daha büyük bir felaket demektir. Cünkü “mesru siddet kullanma tekeline sahip en büyük örgüt” olan devletten kacis yoktur; onun otoritesi ülke sinirlarinin icindeki her yerde, her santimetrekarede gecerlidir ve sizi nereye gitseniz orada bulur. Bu anlamda yurtdisina cikmak bile bazen cözüm olmayabilir. Basörtülü kadinlara yönelik yasakci tutumdan kurtulmak icin Balkanlardaki veya Türki cumhuriyetlerdeki üniversitelere giden, ama devletin elinin oralara da ulasmasi nedeniyle gittikleri üniversitelerde de magdur edilen Tükiyeli genc kizlarin durumu bunun trajik bir örnegidir. Basörtüsü serbest birakildiginda, bunun basörtülü olmayan ögrenciler üzerinde baski olusturabileceg ini düsünmek insani ve ahlaki bir kaygidir. Ama bir insanin bu kaygidan hareketle kendi yasam biciminden olmayan “öteki kadinlar” icin yasak istemesinin ahlakiligi yoktur. O zaman sorarlar “hangi yasam bicimi, hangi hayat ve hangi kadin digerinden degerlidir ve birini koruma adina digeri feda edilebilir mi?” diye. Dahasi, “yarin sen benim hakkimi ihlal edebilirsin diye, ben bugünden senin hakkini ihlal edeyim” demenin de ahlaki bakimdan savunulabilir bir yani yoktur. Bunun, Amerika’nin İrak’a yönelik “önleyici saldiri” doktrininden farki olmadigini söyleyen Ahmet Tasgetiren haklidir.

Hepsi bir yana, basörtüsü serbest birakildiginda “ötekiler”in zorla bas örttürecegini savunanlarin genellikle yasakci, baskici jakoben zihniyete sahip kisiler oldugu da dikkatinizi cekmiyor mu? Onlari baska konularda da, örnegin Kürt sorunu veya gayrimüslimlerin haklari gibi konularda, ayni türden baskici politikalari savunurken görmek sasirtici degildir. Düsünün, onlarin önde gelenlerini en son ne zaman bir özgürlügü savunurken gördünüz? Kendileri otoriter zihniyetli olanlarin, baskalarinin da ayni sekilde davranacagindan korkmalari anlasilir bir durumdur. Bu durum belki de “alemi nasil bilirsin, kendin gibi” özdeyisinde somutlasan bir ruh halinin ifadesi olabilir. Ama neyse ki her seye ragmen Türkiye toplumu onlar kadar tahammülsüz degildir. Türkiye’nin Malezya olacagindan korkmak yersizdir; cünkü basörtüsü serbest oldugu zamanlarda bütün üniversiteli kadinlarin örtünmesi gibi bir durum söz konusu olmamistir. Bu ülkede milyonlarca ailede, akrabalar arasinda basi acik olan ve olmayan kadinlar vardir ve bu bir catisma, cephelesme konusu degildir. Ayrica ayni soru basörtüsü takmak istemeyen kadinlarin haklarini savunan Malezyali demokratlara, oradaki yasakcilar tarafindan “Malezya Türkiye olur mu?” seklinde de sorulabilir. Yasagin her iki seklinden de tiksinen bir demokrat, bugünkü Türkiye’nin Malezya’dan daha iyi durumda oldugunu nasil düsünebilir? Bu anlamda Türkiye bugün zaten Malezya, Malezya Türkiye’dir.

Cözüm elbette ki, toplum baskisina karsi devletinkini savunmak degildir. Örtünmek isteyen ve istemeyen kadinin haklarini ayni anda ve ayrimsiz bir bicimde korumak, demokratik devletin görevidir. Bunu anlamak ve uygulamak zor da degildir. Barisi bozmayacak ve adaleti saglayacak tek saglikli cözüm budur. Devlet, basini örtmek ve acmak isteyen kadinin tercih hakkini koruyacak, ona yönelen baskiya ‘dur’ diyecektir. Basörtüsü yasagini kaldirmak, eger Anayasa’ya acik bir madde koymaktan geciyorsa, ki öyle görünmektedir, bu yapilmalidir. Bunun anayasacilik teknigi acisindan cok “sik” olmadigini düsünen bir kisi, eger bildik engelleme taktiklerinden birini denemeye calismiyorsa, Türkiye hukuk pratigi konusunda asiri iyimser demektir. Eger anayasaya basörtüsünü serbest birakmak icin acik bir hüküm konulmazsa, bu sürecteki bütün tartismalara, niyet beyanlarina ve hatta gerekceye ragmen, yarin yargi organlarinin bunu “aslinda burada kastedilen türban degildir” seklinde yorumlamayacagi ni kim iddia edebilir? (Bu konuda genis bilgi icin Anayasa Mahkemesi’nin 367 Karari’na bakilabilir. 1980 öncesi cikmaza giren cumhurbaskani secimlerini kolaylastirmak icin nitelikli cogunluk sartini kaldirma gerekcesiyle ihdas edildigini herkesin bildigi bir hüküm, tam tersi yönde yorumlanmamis miydi?) Ayrica insan haklari söz konusu oldugunda sik olan, hakki korumak icin gerekeni yapmaktan baskasi degildir.

Anayasalara bu tür spesifik madddeler konulmasi alisilmis bir durum olmayabilir; ama insan haklari ihlallerinin cogu kez “yargiya ragmen” degil “yargi yoluyla” gerceklestirildig i bir ülkede, alinan bütün riske ve ödenen maliyete degecek bir düzenleme kacinilmaz görünmektedir. Dahasi, Prof. Dr. Beril Dedeoglu’nun da vurguladigi gibi, İsvicre Anayasasi’ndaki cikolata yapimi veya hayvan kesimine iliskin spesifik maddelerde de görüldügü gibi, modern anayasalarda bu tür hükümlerin örnekleri de mevcuttur. Basörtüsü yasagi, kadinlara yönelik ayrimciligin en acik ve en zalim örneklerinden biridir ve özgürlük, adalet ve baris gibi degerleri önemseyen herkes, yasaga karsi net bir tutum almayi ahlaki bir ödev olarak görmelidir. Mahalledeki baskiyi devletin baskisina, babanin veya kocanin baskisini rektörünkine tercih etmeden, basi acik veya örtük bütün kadinlarin haklarini ayni anda savunmak mümkündür ve tutarli olmanin baska bir yolu da yoktur.

http://www.zaman. com.tr/webapp- tr/haber. do?haberno= 595177

“Yıllardır mahalle baskısı yaşıyoruz”

“Tamam, yıllardır mahalle baskısı yaşıyoruz. Ama gerçek Müslüman baskı gördü diye baskı yapmaz…”

Hilal, başını örtüyor… Yetmiyor, başörtüsünü de bir şapkayla örtüyor ki, üniverisitede huzursuzluk çıkmasın. Kocası Suheyb, karısının başörtüsü nedeniyle tacize maruz kaldıklarını söylüyor. İkisi de master yapmış, dil bilen, aynı zamanda dindar gençler… Kutuplaşmadan rahatsızlar ve bir uyarı yapıyorlar diğer dindarlara: “Tamam, yıllardır mahalle baskısı yaşıyoruz. Ama gerçek Müslüman baskı gördü diye baskı yapmaz…”

Herkesin kafası karışık, konu laiklik, hele ki başörtüsü oldu mu… Daha başörtüsü mü, türban mı, aradaki fark nedir, o bile çözülmüş değil. İşin özünü bir yana bırakıp, çenenin altını tartışır olduk. Taraf olmak bir nebze kolay, ama her iki tarafı da hakça değerlendirmek pek öyle kolay bir iş değil. Meclis’ten yasa değişiklikleri geçmişken hele… Konu üniversitede türban meselesinin çözülmesi, ama daha şimdiden tartışmalar eskisine göre çok daha sert geçmeye başladı. Türban serbest olduktan sonra çıkabilecek kavgalar ise herkesin korkusu… Şu sıra dindarlar özgürlük sarhoşu biraz, katı laiklerde ise ciddi bir yenilgi ve panik duygusu hakim. Ama önemli olan sıradan vatandaşın, özellikle de kadınların ruh hali… Başı açık olanlar tedirgin, mahalle baskısı gelecek diye… Kapalı olanlar, ya bu özgürlük yarın öbür gün yeniden elden giderse korkusunu yaşıyor. Daha da kötüsü, hava öyle puslu ki, her an bir provokasyon yaşanabilir ve her şey altüst olabilir. Yılların yasağının acısını çıkarmaya kalkanlar olur mu? Belki de en önemli korku bu!

ONLAR DA KENDİLERİNİ PEK RAHAT HİSSETMİYOR, BEN DE!

Biz, başörtüsü yasağıyla yaşayan bir çifte sorduk bu soruları… Karı-koca üniversitede master yapan, bir yıldır evli dindar bir çifte… Hilal Kaplan Öğüt, Bilgi Üniversitesi’nde felsefe okumuş, şimdi Boğaziçi Üniversitesi’nde sosyoloji master’ı yapıyor. Okula şapkayla giriyor, şapkanın altında kamufle ettiği baş örtüsüyle… Sebebi, aman bir mesele çıkmasın, ne yönetimin canı sıkılsın, ne de kendisinin diye… Bu nedenle kantine bile inmiyor. Eşi, Suheyb Öğüt bu kadar dertli değil, ama Hilal’in durumu bile onun için yeterli bir sıkıntı. Suheyb, Bilgi Üniversitesi’nde siyaset okumuş, Sabancı Üniversitesi’nde felsefe master’ı yapmış, şimdi doktoraya hazırlanıyor. O da zamanında dindar olması sebebiyle baskı gördüğü iddiasında… Sözgelimi İstanbul Üniversitesi’nin kapısından sakallı olduğu için girememiş. Yani eşi hâlâ baskı altında, kendisi ise bu baskıyı yaşamış. Peki şimdi rahatlar mı?

Onlar, kendilerini pek rahat hissetmiyor. İyi de ben de öyle… Fatih’te büyüdüm ve birkaç yıl öncesine kadar başım açık olduğu için tek bir kötü davranışla karşılaşmadım bu semtte. Ama artık fırına, bakkala, markete girdiğimde, eğer ki çalışanlar türbanlıysa bir garip tavırla karşılanıyorum. Doğrudan bir müdahale yok belki, ama selam, sabah olmayışından, para üstünü ‘al da çek git’ gibisinden verişlerinden hissediyorum mahalle baskısını. Bunları anlatıyorum Suheyb’e, o da kendi mahalle baskısı meselelerini sıralıyor… “Bağdat Caddesi’ne çıkıyoruz, küfür yiyoruz. Taksim’e çıkıyoruz, küfür yiyoruz. Üsküdar’a gidiyoruz, Hilal’i itiyorlar. Siz bunları yeni yaşıyorsunuz, biz yıllardır” diyor. Yani onlara yönelik de bir mahalle baskısı var. Peki bu yılların baskısının acısı çıkar mı? Suheyb, “Asla” diyor, sonra “Biz bu silleyi yiyen insanlar, aynısını karşı tarafa asla yapmayız… Gerçek Müslüman bunu yapmaz” diyor. Ama ben oradaki ‘Biz’ sözünü algılıyorum önce… Artık, ‘biz’ ve ‘siz’ olan bir toplum çıkıyor ortaya sanki… Üstelik hem ‘biz’de hem ‘siz’de gerçek olmayan Müslümanlar da, gerçek olmayan demokratlar da çok fazla!

‘Bir kesim var ki, türbanlı doktor erkek hasta tedavi etsin diye çıldırıyor!’

Diyelim ki, türban üniversitede serbest oldu. Ötesi ne olmalı?

Hilal: Kamuda, hizmet alanlarında da serbest olmalı.

Biliyorsunuz İngiltere’de tesettürlü kadın doktorlardan bazıları erkek hastalara bakmayı reddetti. Siz doktor olsanız ne yaparsınız?

Hilal: Dinen böyle bir şey yok zaten. Ben doktorsam, hasta kadın da olsa, erkek de olsa muayane edebilirim.

Başörtüsü meselesi buraya kadar varmaz mı Türkiye’de?

Hilal: Bakın en son İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Mesut Parlak, ‘Başörtülü dersime giren öğrencinin notunu kırarım’ dedi…

Tam olarak şöyle demişti; ‘Türban kararı üniversitelerde barış ortamını zedeler. Bu gerginlik bizi bile etkileyecek. Belki hiç hakkımız olmadığı halde, türbanlı bir öğrenciye, cumhuriyet ilkelerinin kıyafetlerine aykırı diye hak ettiği notu vermeyeceğiz…’

Hilal: Evet. Ama sonuçta bariz bir ayrımcılıktan bahsediyor. Burada öğrencinin suçu ne? Kendisi şunu deklare etti; ‘Ben tarafsız olmayacağım. Eğer başı örtülü ise öğrencinin notunu kıracağım.’ Hani bizi hep, ‘Başı örtülüyse tek taraflı bakar mutlaka’ diye vurmaya çalışıyorlar ya… Sanki bizim insanları ayırma yönünde öyle bir kötü niyetimiz var. Halbuki kendimiz hep ayrımcılığa maruz kaldığımız için insanlara ayrımcılık yapmama yönünde davranıyoruz. Türkiye’de yalan yanlış bu korkular hep üretilmeye çalışılıyor ve CHP’liler olsun, seçkinler olsun, biz ‘dış kurucu unsur’ olduğumuz için, bizim içeri girmemizi istemiyorlar. Çünkü biz içeri girdiğimiz anda onlar çökecek. Mesele bundan ibaret.

‘Dış kurucu unsur’dan kastınız ne?

Hilal: Bir söylemin kendisini sadece başka bir söylemi dışlayarak kurması… Mesela seçkinlerin dindarları sistem tehdidi olarak kurgulayıp dışlamaları gibi…

Suheyb: En kötüsü de bunun bir dayatma olması. Erkek hastayı da muayene edersiniz. Ama Türkiye’deki bir kesim, başörtülü doktorlar erkek hasta muayene etsin diye çıldırıyor. ‘Adamın illa ki sırtını görsün!’ istiyorlar. Anlatabiliyor muyum? Bu bir obsesyon haline gelmiş durumda. Başörtülü olsun olmasın herkes doktora giderken tedirgin olur. Ben bile mesela erkek doktor olunca daha rahat ediyorum. Bunun dini bir kaideyle alâkası yok ki!

Ama diyelim ki acile gittiniz ve sırf erkeksiniz diye size bakılmıyor?

Suheyb: Orada bir tercih konulabilir. Kişi vejetaryen olabilir, eşcinsel olabilir… Pek çok konuda tercih koyabilir. Ama kimsenin bu konuda tercih koymasına müsaade edilmiyor. Ben de bunun için diyorum ki, türbanlı kadınlar erkek hastaları tedavi etsin diye çıldırıyor bir kesim. Bu kadar çıldırmasınlar ya!.. Tom Cruise’un oynadığı ‘Azınlık Raporu’ diye bir film vardı. En ağır, en kötü distopia… Daha siz suçu işlemeden polisler gelip sizin üzerinize kapaklanıyor. Türkiye artık kimsenin hayal edemediği bir distopia haline geldi. İnsanlar birbirine bakıp diyor ki, ‘Hah, bu yarın doktor olursa kesin beni tedavi etmez. Ben şimdiden gideyim bunu engelleyeyim!’ Böyle bir şey olmaz. Eğer böyle bir şey yapacaksa da sen göreceksin, deneyeceksin.

Hilal: Birçok tekil örnek var. Oradan yola çıkarak böyle kocaman kalabalıkları nasıl analiz edebiliriz?

Maalesef kutuplaşmanın da olduğuna dair örnekler bunlar. Ben Fatih’te büyüdüm, annemler hâlâ orada oturuyor. Birkaç yıl öncesine kadar başım açık olduğu için tek bir kötü davranışla karşılaşmadım bu semtte. Ama artık markete, fırına girdiğimde, eğer ki çalışan türbanlıysa bir garip tavırla karşılanıyorum. Kendisi gibi tesettürlü olan müşteriye güleryüzle, ‘Hoşgeldiniz’ diyen kasiyer sıra bana geldiğinde verdiğim selamı bile almıyor. Para üstünü, ‘Al da çek git’ gibisinden veriyor…

Suheyb: Vallahi bizim hayatımız da öyle geçiyor. Bağdat Caddesi’ne gidiyoruz küfür yiyoruz. Taksim’e çıkıyoruz küfür yiyoruz. Üsküdar’da daha geçen gün yürürken ittiler, az daha yere düşüyordu Hilal. Bizim hayatımız hep böyle geçti.

Kim itti?

Bir kadın… Tenha bir yerdi. Yanımızdan geçerken eliyle itti. Bir şey yapamadık… Donduk kaldık. Korkunç bir hal. Ne yapacağınızı şaşırıyorsunuz…

Böyle örnekler çok sık yaşamıyorsunuzdur herhalde?

Geçen Bağdat Caddesi’ne indik. Bir yaşlı beyefendi ikimizin karşısına geçti, durdu, bizi süzdü. Hilal’in başı örtülü… Ben sakallıyım… Bu şekilde Bağdat Caddesi’nde mum gibi parlıyoruz tabii… ‘Şu hale bak!’ dedi gitti.

Daha önceki yıllarda da böyle şeyler yaşıyor muydunuz?

Bizim İstanbul’da ilk oturduğumuz yerlerden biri Çiftehavuzlar’dı. Sadece 3.5 ay oturabildik. Ben 5-6 yaşlarındaydım. 20 sene önce… Annemin başörtüsü vardı. Her sokağa çıktığında, mutlaka sözlü taciz oluyordu. ‘Hadi İran’a!’ diye… Ve o semti terk etmek zorunda kaldık.

Nereye taşındınız?

Üsküdür Bağlarbaşı’na…

Orada rahat ettiniz herhalde?

(Gülüyor) Tam hatırlamıyorum ama ya birinci ya da ikinci sınıftaydım. Öğretmenimiz başı açık olmanın makbul bir şey olduğundan bahsediyordu. ‘Biliyorum ki pek çoğunuzun annesi böyle değil. Ama böyle olanlar da var’ diye içimizden bir arkadaşımızın adını söyledi. Sonra tüm sınıf beni işaret etti. ‘Suheyb’in de annesi öyle’ diye… Öğretmenim de ‘Hımm, vah vah’ dedi…

Gerçekten böyle bir şey yaşadınız mı? İnanmak çok güç buna. Siz nerede okudunuz?

Bağlarbaşı İcadiye İlkokulu’nda. Bunu yaşadım. Bakın, benim babam İlahiyat Fakültesi’nde profesör ve sakal bırakamıyor şu anda. 20 sene önce çekilmiş sakallı bir resmini buldular, bütün fakülteyi kapatmaya kalktılar.

Babanız kim?

Salim Öğüt… Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde fıkıh profesörü… Hâlâ başörtülü öğrenciler ilahiyat fakültesine bile giremiyorlar.

‘Artık normalleşme sürecine girmemiz gerekiyor…’

Bir ay önce Prof. Ünsal Oskay’la söyleşi yapmıştım. “Türkiye nasıl bir dönüşüm yaşıyor?” diye sorduğumda şöyle yanıtlamıştı: “Uzun yıllar bizden, seçkinler kuşağından korkmuşlar. Korktukça, içlerinde bize karşı husumet tortulanmış. Şimdi o husumeti her fırsatta dışa vuracak, kusacak, seni hor görecekler. Sen de şaşacaksın. Dışlamışsın, küçük görmüşsün onları çünkü… 60 yıl boyunca ‘Ana caddeden yürüme, arka sokaktan yürü’ demişsin. O da şimdi ne diyor? ‘Caddeler de benim, arka sokaklar da benim, ne istersem yaparım!’ Tabii ki bunlar yaşanacak…”

Suheyb: Asla… Biz, bu silleyi yiyen insanlar, aynı muameleyi kesinlikle karşı tarafa yapmayacağız… Yapılmıyor da zaten…

Gerçekten de yapılmıyor diyebilir misiniz?

Suheyb: Birkaç ajitasyon, birkaç gerzek yaptı diye genellemeye gidemeyiz.

Hilal: Ama bir normalleşme sürecine girmemiz gerekiyor. Onun da tek yolu bu ayrımcılığın kalkması. Bu geçiş sürecinde çok az sayıda yaşanacaktır bu örnekler.

Suheyb: Bence birileri, derin devlet provokasyon yapacaktır muhakkak. Birilerine başörtüsü giydirecekler, saldırtacaklar birilerinin üstüne. Sonra ‘Görüyor musunuz ne yaptılar?’ diyecekler.

Neden başörtüsü diyorsunuz da türban değil?

Hilal: Şehirleşen belki daha fazla eğitim, daha fazla maddi imkana sahip olan insanlar sonuçta eskiden annelerinin taktığı pamuklu başörtüsünü alıp aynı şekilde takmak zorunda değiller. Artık ipekli başörtüler alınıyor. İpekli başörtüler de öyle tavşan kulağı gibi bağlanamıyor, kayıyor. Aslında çok doğal, gündelik hayat içinde oluşan bir değişimken bu, sanki yabancı bir üniforma gibi görülmesi çok incitici. Hem de bu tanımları yapan siyasetçilerin halkından ne kadar uzaklaştığını gösteren bir gerçek. Bu halkın bir gerçeği, başlarını örtmek istiyorlar ve bunu çeşit çeşit yapıyorlar.

Suheyb: Siz sormadan söyleyeyim, ‘Başörtüsü bir siyasi simge midir, değil midir?’ Dünyada her şeyin bir siyasal anlamı var. Masanın, klozetin bile…

Biraz da Biz Kürtleşelim Projesi’nin koordinatörü…

Hilal-Suheyb çifti, dindar gençler konu oldu mu sosyolojik bir prototip olmaktan uzak aslında… İkisi de Genç Siviller Grubu’nun üyelerinden… Bu toplumda barışçıl yollardan çözülmesi gereken ne sorun varsa onun üzerine gidiyorlar. Ellerinden geldiğince, şiddetsiz bir çözümün peşindeler… Hilal, Çankırılı bir ailenin kızı. Ama bugünlerde Kürt meselesine kafa yoruyor, öyle ki başörtüsü konusunda sadece bir kez eyleme katılmış! Kürt sorununun yanı sıra 301. Madde’nin kaldırılması ve Ermeni sorunuyla ilgili de koşturuyor. “Başbakan Erdoğan’ın başörtüsü konusundaki hassasiyetini asıl bu konularda görmek istiyoruz” diyor.

Mine ŞENOCAK/VATAN

http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?Newsid=161401

Başörtüsü yasağında son durak…

Ali Bayramoğlu

Topluma yönelen her yasak zaman karşısında alınan bir yenilgidir.

Yenilgidir zira düzenin toplumla baş edememesini, onu yok ve görünmez ilan etmesini ifade eder.

Yenilgidir zira her yasak özgürlüklerden ödün, haklardan tavizdir.

Yenilgidir zira otoriter düzenler yasaklar üzerinde yükselir.

Türkiye yerden kalkmaya çalışıyor.

Ülkenin demokrasi açısından büyük ayıbını, üniversitelerde başörtüsü yasağını masaya yatırması bunun kanıtıdır.

Malum, AK Parti ve MHP başörtülü öğrencilere yönelik hak gaspını kaldırma yönünde adım attılar.

Meseleye “yasak ve hak” açısından bakıldığında aslında ortada tartışılacak hiçbir şey yoktur…

Adım doğal ve doğrudur…

Hiçbir medeni toplum, haklarını kullanır, kamu hizmeti alırken vatandaşlarını şu ya nedenle, görüşü, niyeti, kılık ve kıyafeti açısından ayrıma tâbi tutmaz, tutamaz.

Üniversite bir kamu hizmetidir.

Üniversite öğrencisi kamu hizmetinden faydalanan reşit bir vatandaştır.

Başarı kriterlerini yerine getiren her vatandaş için yüksek eğitim talep ettiği oranda bir haktır. Ve kamu ahlakına aykırı olmadıkça, kimlik tespitini engelleyecek bir kılığa bürünmedikçe hiçbir öğrencinin giyim şeklinden ötürü eğitim hakkının sınırlanması düşünülmez.

Bunun nesini tartışacaksınız?

Otoriter düzenler dışında aksi yönde örnek nasıl bulacaksınız?

Geçtiğimiz dönemde bu hak gaspını laiklik anlayışıyla ilişkilendirmek Türkiye açısından büyük bir talihsizlik olmuştur.

Zira bu yaklaşım bir dönem için laikliği bir hakemlik kuralı olmaktan çıkarıp, “simge” karşısında “karşı simge” haline getirmiş ve toplumsal meşruiyetini baltalamış ve bir çatışma nesnesine çevirmiştir.

Hatayı tashih eden yine toplum olmuştur…

Türk toplumu, zaman içinde yaşadığı deneyimler ve ulaştığı olgunluk sonucu, “başörtüsü yasağını bir laiklik meselesi olarak değil, bir uygulama sorunu olarak” algılamaya başlamıştır. “Başörtüsü ise bu çerçevede inanç simgesi olmaktan çok bir hak meselesi olarak” tanımlanır olmuştur.

Bugün siyasetin yaptığı, aslında, toplumsal alandaki gelişmeyi izlemek, yasakçı bir anlayışı tasfiye ederek, hak gaspını ortadan kaldırmaktan başka bir şey değildir.

Hiçbir demokrat bunun tersini söylemez…

Tersi her iddia ahlaktan taviz verecek gerekçeler üretmek zorunda kalır…

“Şekli açı”dan da ortada bir sorun yoktur…

Bugün Türk parlamentosu yüzde 85 oranında toplumun oy ve eğilimlerini temsil ediyor.

Yasağın kaldırılması için Anayasa değişikliğini öneren iki siyasi partinin temsil gücü ise oldukça yüksek, TBMM’nin yüzde 74’ünü, yani üçte ikisini oluşturuyorlar.

Siyasi meşruiyet açısından neyi, nasıl tartışacağız bu durumda?

Üstelik bu oy çoğunluğu “toplumu ve bireyi sınırlayan değil, tersine önünü açan bir eğilim”i temsil ediyor…

Demokratik ülkelerde yasalar bu şekilde değiştirilmez mi?

Hukuki düzenlemeye gelince…

Gönül isterdi ki bu tür bir yasak, Anayasa değişikliğine gerek kalmadan “uygulama, yönetmelik, yasa düzeyi”nde ortadan kaldırılsın.

Ne var ki Türkiye’nin siyasi öyküsü ve bu konuda şu ana kadar atılmış hukuki adımlar buna pek imkân vermiyor, hatta bu düzeyde muhtemel bir girişim halinde yeni krizler vaat ediyor.

Başörtüsü yasağının kalkması sadece ilke açısından değil, siyasal açıdan da önemlidir. Ülkenin önündeki gereksiz bir blokajın kalkmasını, manasız bir kutuplaşmanın sona ermesini, demokratikleşme ve siyasi tabiîleşme sürecinin hızlanmasını sağlayacaktır…

Peki geriye ne kalıyor?

İdeolojik kaygılar mı?

Geçiniz: Otoriter ideolojiler tarihin de toplumun da gerisindedir artık.

Korkular mı?

Unuttunuz: Korkuya el vermek “tehdit, tehlike ve yasak üçlüsü”ne esir olmak demektir.

Özgürlük ise “güven ve demokratik risk”le iç içedir, huzur ve demokrasiye açılan işte bu kapıdır.

Bu kapıyı açalım artık…

30.01.2008 YENİ ŞAFAK

http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/?i=9074&y=AliBayramoglu

Demokratları ayrıştıran başörtüsü mü?

İLHAN DÖĞÜŞ

Başörtüsü yasağının AK Parti-MHP uzlaşısıyla kaldırılması üzerine yapılan son günlerdeki derin tartışma, yasağa karşı olanlarla yasağın devam etmesini talep edenler arasındaki ayrılığı keskinleştirmedi. Yasağa karşı olan, bugüne kadar birçok meselede yan yana duran demokratlar ve özgürlükçü solcular arasında çok daha önemli bir ayrışma ortaya çıkardı. Tartışmanın birinci tarafında Etyen Mahçupyan, Ferhat Kentel, Erol Katırcıoğlu ve Ali Bayramoğlu yer alırken, diğer ikinci tarafta Ahmet İnsel, Cengiz Aktar, Hasan Bülent Kahraman, Fuat Keyman, Mithat Sancar konumlandı.

“AKP türban meselesini böyle çözmeye çalışacağına, geniş bir demokratikleşme paketi içinde ele alabilirdi” diyen ikinci taraf muhtıra yiyen İslami gelenekten gelen AK Parti hükümeti olduğundan, 27 Nisan zamanında da demokratlık sınavında sendelemişti. Birinci kanat 28 Şubat ve 27 Nisan süreçlerinde olduğu gibi “Ne darbe, ne darbe” derken; ikinci kanat “Ne darbe, ne şeriat” demişti. Şimdi de yasağı kaldıran aktör yine AK Parti olduğu için sendeliyor; “hem laiklik, hem özgürlük” söylemi etrafında bir araya geliyorlar.

Bu iki kanadı ikiye ayıran temel eksen aslında moderniteye ve dolayısıyla laikliğe ve dine bakış açılarıdır. Nitekim Nisan 2005’te Bilgi Üniversitesi’nde TÜSES’in düzenlediği kapalı bir toplantıda, ilk kanattaki dördü ile ikinci kanattan Fuat Keyman arasında cereyan eden tartışma tam olarak modernite üzerineydi. O salonda yapılan tartışma bugün kamusal alana taşınmış durumda.

YENİDEN MODERNLEŞMEYE EVET Mİ HAYIR MI?

Birinci kanat, toplumları homojenleştiren, kitleselleştiren, farklılıkları törpüleyen, ortaya koyduğu ütopyalarla insanlığı manipüle eden modernitenin krize girmekten öte çöktüğü, yeniden üretilemeyeceği ve üretilmemesi gerektiği kanaatini taşıyor. Bu birinci kanada göre, modernitenin sunduklarından daha geniş ve daha ahlaki temellere oturan farklı toplumsallıklar, öznellikler, özgürlükler tahayyül edilebilir. Bu ise, modernitenin rölativist ve otoriter zihniyetlerinden kurtulup, demokrat zihniyet içinden konumlanmayla mümkün diyor birinci kanat. Bu kanada kabaca postmodern (postmodernist değil) denebilir.

İkinci kanat, krizde olan modernitenin daha demokratik yollarla yeniden üretilmesi gerektiği ve modernitenin bitmemiş bir proje olduğu kanaatinde. Dolayısıyla hâlâ modernitenin temel aksiyomlarından kopmuş değiller. Bu kanada yeniden modernleşmeciler ya da geç-modernleşmeciler demek mümkün.

Bu modernite anlayışındaki farklılaşmanın bir türevi olarak, birinci kanat ile ikinci kanadın kültür-kimlik anlayışları da farklılaşıyor. Birinci kanada göre, kültürler sınırları olan adacıklar değildirler ve melezdirler. Sürekli iç içe geçerek, birbirleriyle konuşarak daha da melezleşirler.

Birinci kanadın bu interkültürel anlayışına karşın ikinci kanat, kültürlerin sınırları olduğunu ve ancak aralarında liberal sözleşmelerle bir arada yaşayabileceklerini varsayan çok kültürcü anlayışa sahiptir.

Kültür konusundaki bu anlayış farklılıkları, tarafları kültürel, toplumsal grupları nasıl çalışmaları gerektiği konusunda da farklılaştırıyor. Birinci kanat, çalışılan toplumsal grupların içine girerek, onlarla empati yaparak, içeriden anlayarak, girerek, onların dilini kullanarak çalışılması gerektiği kanaatinde. Bu kanaate göre, soğuk, nötr, tarafsız sosyal bilim çalışması mümkün ve anlamlı değil. İkinci “yeniden modernleşmeci” kanada göre ise, bilim uzaktan, mesafeli, nötr gözlemlerle yapılmalı.

İÇERİDEN Mİ DIŞARIDAN MI BAKIŞ

İşte başörtüsü meselesindeki ayrışma da ilk olarak burada başlıyor…

Postmodern birinci kanat, başörtülülerin anlam dünyalarına girmeyi, onları içerden anlamayı, çözümleme çabası sırasında “başörtülüleşerek”, Müslümanlaşarak anlamayı yeğlerken; ikinci kanat eldeki aksiyomlarla dışarıdan, nötr gözlemlerle çözümleme taraftarı.

Buradan hareketle de ikinci kanat, başörtülülerin niye başörtüsü taktıklarından bihaber, onları sahiplenmeyen soğuk bir bakışla, başörtüsü yasağına karşı.

Birinci kanat ise, daha içerden, daha sıcak bir bakışla başörtülülerin kamusal aktiviteleri yerine getirirken aynı zamanda pekala dini vecibelerini de yerine getirebilmeleri gerektiğini söylüyor.

Mesela birinci kanat “başörtüsü” derken; ikinci kanat “türban” demeyi tercih ediyor.

Başörtüsü tartışmasındaki bu ayrışma, ayrıca modernite perspektifindeki farklılaşmadan ileri gelen din-bilim-laiklik ilişkisindeki konumlamadan besleniyor.

İkinci kanat, hâlâ bilimin dinden üstün olduğunu, bilimsel gelişmeyle dinin etkisinin en azından bireysel ve kültürel düzlemde sabitleneceğini varsayıyor. Birinci kanat ise, bugün bilimin dini, dinin de bilimi reddetmediği kanaatinde. Bu bakışa göre din ile bilim arasında birbirlerinin yerini almaya yönelik bir çatışma da yok. Tam tersine din de, bilim de, birbirleriyle konuşarak, birbirlerini anlayarak, tartışarak, birbirlerini geliştiriyorlar artık…

HİZMET ALAN-VEREN AYRIMI

Buradan hareketle, yeniden modernleşmeci ikinci kanat kamu hizmeti alanlara başörtüsü yasağı uygulamasına karşı çıkarken, hizmet verenlere başörtüsü serbestliğinin tarafsızlığı zedeleyeceği kanaatinde.

Postmodern kanat ise, farklılaşan bilim-din anlayışından hareketle, başı açıklığın kimlikler üstü, nötr bir pozisyon olmadığını, tarafsız hizmet vermek için ille de başı açık olmak gerekmediğini, bunun otoriter zihniyet içinden üretilen bir fikir olduğunu; hizmet verirken başı açıklığı şart koşmanın dindarlara/Müslümanlara yönelik bir tür oryantalizm olduğunu savunuyor.

Buranın bir adım sonrasında ise, birinci kanat “din dışına çıkmadan, din içerisinden sekülerleşmenin” mümkün olduğunu söylerken; ikinci kanat sekülerleşmeyi din dışına çıkmaya, dinle araya mesafe koymaya indirgemektedir.

Tam bu sebepten ötürü de, ikinci kanatta, AK Parti’nin/dindarların siyasi eylemlerine, söylemlerine hâlâ önyargılı, çekinceli bakma eğilimi var. Çünkü yeniden modernleşmecilere göre, sert tepeden modernleşmeciler kadar olmasa da, dindarlar geridirler, muhafazakardırlar ve değişmezler…

Modernitenin epistemolojisine paralel olarak, nispeten daha belirli ve kesin, planlı, gelecek merkezli siyaset tasarımlarından dolayı ikinci kanat, siyasi pozisyonlarını karşı tarafın pozisyonlarına göre belirlemekte. Belirsizliği, karmaşayı, sürekli farklılaşmayı veri kabul eden ve ucu açık tartışmalar üzerine kurulu bir “süreç odaklı” siyaset tasavvur eden birinci kanat ise, ahlaken alması gerektiğini düşündüğü pozisyonunu karşı tarafın pozisyonundan bağımsız olarak belirlemekten çekinmiyor. Yani moderniteye olan bakış farklılığı, tarafların ötekileriyle kuracağı ilişkiyi de belirliyor.

İşte bu ayrışmanın modernite üzerinden, kaba genellemelerle zihniyet haritası böyle…

* Demokrat Fikir Topluluğu

13.02.2008 YENİ ŞAFAK

http://www.yenisafak.com.tr/yorum/?t=13.02.2008&c=12&i=99388

Başörtüsü ve özgürlük ya da topluma bakmak…

Ferhat Kentel

Üniversitelerde kılık kıyafet özgürlüğüne ilişkin olarak Anayasa’da yapılmaya çalışılan değişikliklerle bağlantılı olarak, son günlerde akademik dünyadan çıkan dört tane bildiri saydım. Bunlardan birincisi benim de ‘tereddüt’ etmeden imzaladığım oldukça basit bir bildiriydi. Bildirinin talebi esas itibariyle “hiçbir din, inanç, düşünce, ırk, grup ve cinsiyet ayrımı yapılmaksızın, kılık-kıyafet serbestliğinin bütün öğrencilere tanınması”ydı. Ve imzacılar “üniversitelerin düşünce, ifade, din ve inanç özgürlükleri ile eğitim ve öğretim gibi en temel insan hakları karşısında yasakçı değil özgürlükçü bir tavır alması” ve “özgürlüklerle ve bilim üretimiyle anılan” kurumlar olması gerektiğini dile getiriyorlardı…

İkinci bildiri, “Üniversite Konseyleri Derneği”nin öncülüğünde başlatılan ve “Gericiliğe İzin Vermeyelim!” başlığıyla tavrını oldukça ‘net’ koyan bir bildiriydi. Savaşkan ve öfke dolu kelimelerini esirgemeyen bu bildiride “gerici ve liberallerin ‘türbana özgürlük’ ittifakının Türkiye üniversitelerinin yüz karası” olduğu; “türbanın, AKP gericiliği ve piyasacılığının ABD emperyalizmiyle ortaklaşa Türkiye’yi İslam cumhuriyetine dönüştürme” niyetini örttüğü ileri sürülüyor ve imzacılar “türbanın aklın ve kadının esareti olduğunu, gericiliğin hakim kılındığı yerde bilim yapılamayacağını”, dolayısıyla “üniversitede türbana izin vermeyeceklerini” ve “ülkemizi ve üniversitemizi gericiliğe teslim etmeyeceklerini” ilan ediyorlardı. Bu ifadeler bende en ufak bir ‘tereddüt’ uyandırmadı, imzalamadım…

Analiz gibi görünen fakat daha çok ‘hezeyan’ halindeki retoriği, özgürlükler konusundaki faşizan tavrı karşısında en basit ifadesiyle ‘insaf’ dedirten, insanda tartışma arzusu bırakmayan, yıllardır bu memleketin duyduğu ezber türüyle akrabalığı nedeniyle sıkıntı ve bıkkınlık uyandıran bu bildiriyi ciddiye almamak mümkün… Ama bu bildiriye sinmiş olan zihniyet bir ‘savaş’ istiyor… Bu zihniyet altındakilerin, herşeyi kendilerinin bildiklerini düşündükleri için, ‘türban’ diye adlandırmaya devam ettikleri başörtüsüne karşı neden savaş açtıklarını, toplumda neden kutuplaşmadan beslendiklerini -sabırla- tartışmak gerekiyor. Bu bildiri anlaşılacağı üzere, şimdiye kadar pek bir kutsal kabul edilen Türk usülü kamusal alanımızın ideolojik kurgusuyla gayet uyumlu bir ruha sahip. “Özgürlük mözgürlük dinlemem, türbanı da almam içeri” diyen, ‘kozmik ilişkileri’ ve ‘herkesin göremediği felaketleri önceden görebilen’ bu zihniyetin giderek belirginleşen bir ‘dinsel’ özelliği var. Bu dinselliğin taşıyıcı havarilerden biri de, hatırlanacağı üzere, YÖK bağlamında adı sıkça söz konusu edilen Profesör Celal Şengör… Uluslararası arenada başarıdan başarıya koşan bu profesör, jeoloji vasıtasıyla bilime duyduğu katışıksız ‘inancı’ toplumsal meselelere de taşımak konusunda oldukça başarılı bir zat. Örneğin, bir mühendis olarak depremler konusunda donanmış olduğu ‘erken uyarı’ sistemleri ve öngörme kabiliyeti sayesinde, yeni YÖK başkanının atanmasından sonra, “YÖK tarihinde üçüncü ve ulusumuz için ölümcül derecede tehlikeli olabilecek bir dönemin başladığını” ilan ediyordu.

O, “yüce varlık” olan bilimin havarisi yani bir üniversite hocası olarak cüppesiyle çok önemli birisi… Şu satırları okuyun ve ibret alın: “Cübbelerimize leke sürdürtmeyelim, çünkü bizim cübbelerimiz insanın aczini haykıran ruhban cübbelerine asla benzemez! Bizim cübbelerimiz insanın yüceliğini, insan aklının büyüklüğünü ve insan onurunu temsil eden haysiyet bayraklarıdır. Onları aman kimseye kirlettirmeyelim. Bilim insanlık tarihinin sürekli gelişen ve gerçekten uluslararası olan tek varlığıdır. Bizler o en yüce varlığı yaratan ve taşıyanlarız. Tüm insanlık hemen her olumlu varlığını bizlere borçludur. Bunun bilincinde olalım ve akla karşı suç işlememizi isteyebileceklere, konum ve güçleri ne olursa olsun, asla boyun eğmeyelim. Unutmayınız ki, hiçbir mevki ve hiçbir iktidar üniversite kadar haklı ve güçlü olamaz.” (Bilim Teknik, 21.12.2007)

Yani generallerle telefonda konuşurken bile “hazırol”a ve “rahat”a kolaylıkla geçen, “Ordu gayet tabii ki darbe yapabilir. Niye yapmasın? Ordunun görevi memleketi korumaktır…” diyen ve ‘akıl-bilim’ derken, üzerine ‘cüppe örtülmüş akıl’dan bahsettiğini gayet güzel anlatan bu zat, Türk modernleşmesinin nasıl kendisini kutsallaştırdığının ve dinselleştirdiğinin ‘bilimsel’ cephedeki güzel bir nümunesi olarak karşımıza çıkıyor. Üniversiteleri sadece belirli kıyafetlerin giyilebileceği, başka kıyafetlerin giyilemeyeceği, ‘akla karşı günahların işlenemeyeceği tapınaklar’ olarak kabul eden bu zihniyetin türevlerini başka yerlerde de görmek mümkün. Örneğin başörtüsünü protesto etmek üzere, Anıt Kabir’e şikayete giden, mekanı tavaf eden gruplar arasında -televizyonlarda gördüğümüz üzere- kimi insanlar Atatürk’ün kabrine ellerini sürüp, dudaklarına götürerek dinsel ritüelleri de tamamlıyorlar…. Havariler ve müminler ‘bütün’ oluyorlar.

Kısaca ikinci bildiri çok sıkıcı ama bilim, çağdaşlık ve akıl adına konuşmasına rağmen, taşıdığı zihniyetin bir ‘din’ olarak açığa çıkmasını kolaylaştırıyor. Yani toplumun şeffaflaşması, herşeyin yerli yerine oturması için, bu dinselliğin arkasında bir sınıfsal iktidarın saklandığının anlaşılması için oldukça faydalı işaretlerden biri olarak belirginleşiyor… Köylü ya da işçi olarak kaldığı sürece sorun olmayan başörtülü insanların modern hayata dahil olarak, kentlileşerek, burjuvalaşarak, modernliğin tapınaklarına girerek sergiledikleri yükseliş karşısında, şimdilerde sol jargondan beslenerek mangalda kül bırakmayan seçkinlerin, sınıfsal tepkilerini ve tahammülsüzlüklerini ‘kitlelerin afyonu haline getirdikleri bir çağdaşlık dini’ içinde sakladıkları açığa çıkıyor.

Ancak öte yandan birbirleriyle benzer içeriklere sahip olan ve izleyebildiğim kadarıyla benzer kişiler tarafından imzalanan diğer iki bildiri oldukça sorunlu bir ‘üçüncü yol’a referans veriyor. Bunlardan birincisi daha yumuşak bir üsluba sahip; AKP’nin yöntemini sorgulayıp, “toplumsal bir uzlaşma ve diyalog yaratacak üçüncü bir yaklaşım” taşıdığını savunuyor. Diğeri ise “Özgürlüklerimizden de laiklikten de taviz vermeyeceğiz!” başlığını taşıyor. Başlangıçta “Üniversitelerde öğrencilerin kılık kıyafetlerinden dolayı ayrımcılığa ve baskıya maruz kalmadan eğitimlerini sürdürme hakkını savunduklarını” belirttikten sonra, “Bununla beraber…” diye devam ediyor ve “bu sorunun tek başına ve hukuku zorlayan yöntemlerle gündeme getirilmesinin, ülkemizde giderek yükselmekte olan muhafazakarlaşma eğilimini ve kutuplaşmayı pekiştirmesinden kaygı duyulduğu” ifade ediliyor. Daha sonra ise, kılık kıyafet özgürlüğünün “toplumun farklı kesimlerinin özgürlük taleplerini kapsayan bir genel demokratikleşme programı içinde ele alınması” gerektiği vurgulanıyor. “Ötekilerin” talepleri yani “301. maddenin derhal kaldırılması, din derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılması, akademik özgürlüklerin güvence altına alınması, Kürt, Alevi ve gayrimüslim yurttaşların eşit hak istemlerinin karşılanması, emekçilerin sendikal ve sosyal haklarının genişletilmesi…” gibi talepler sıralanıyor.

Ben bu bildiriyi bir-iki günlük bir “tereddütten” sonra imzaladım. Bir yandan, öncelikle “ötekilerin özgürlüklerini” sürekli savunan birisi için asla vazgeçilemeyecek ve katılmamanın mümkün olmadığı talepler içeriyordu. Ancak öte yandan, “üniversitelerde” özgürlük isteyen ilk bildirinin karşısına, bu bildirinin “tüm toplumu” kapsayan bir özgürlükler talebiyle çıkmasında bir sorun yatıyordu. Birinci bildiri çok basitti; hiçbir koşul koymuyordu ve öğretim üyeleri, kendileri için belki de en önemli yaşam alanı olan üniversitelerde sadece özgürlük ve sadece bilimsellik kıstası istiyorlardı. İmza metninin sadece üniversite içinde sınırlı kalmasının anlamı da buradaydı. Yani bu insanlar, “işyerlerinde” yani “üniversite”de bilim yapmak için asgari koşullardan birinin yerine getirilmesini istiyorlardı. Oysa “hem özgürlük hem laiklik” talebinde bulunan bildiri için üniversiteye sıkışmanın da anlamı yoktu.

Bu bildirideki diğer bir sorun ise “bir” özgürlüğün (başörtü) başka özgürlüklerin (ötekilerin talepleri) karşısında engel ya da başka özgürlüklerin (ötekilerin talepleri) “bir” özgürlük (başörtü) için koşul olarak görülmesinde yatıyordu. Bu konuyu Etyen Mahçupyan son günlerde Taraf gazetesindeki yazılarında mükemmel bir netlikte dile getirdi: “… (herhangi bir özgürlüğü ancak tüm özgürlükler verildiğinde onaylayan liberaller ve sosyalistlerin) hiçbiri ‘çağdaş’ bir özgürlük söz konusu edilseydi “Başörtü serbest bırakılmadan asla” demeyecekti ve nitekim geçmişte de demediler. Dolayısıyla insan onların kafasında ve belki de ruhlarında bir özgürlükler hiyerarşisinin var olduğunu düşünüyor.”

İşte bu sorunlarına rağmen, ben bu bildiriyi imzaladım ama imzaları toplayanlara şu notları da ilettim: ” ‘kılık kıyafet sorununun tek başına’ gündeme getirilmesinin sorun olmadığını, yani kılık kıyafet sorununun çözülmesinin diğer sorunların çözülmesinin önünde engel olmadığını ve tabii ki diğer sorunların da acilen çözüme kavuşturulması gerektiğini; ‘yükselmekte olan muhafazakarlaşma eğiliminin ve kutuplaşmanın’ özellikle giderek itibar kaybeden otoriter modernleşmeci zihniyet için söz konusu olduğunu; ‘din derslerinin zorunlu’ olmaktan çıkarılmaması, ancak ‘tarihi ve felsefesiyle çoğul bir din dersi’ne dönüştürülmesi gerektiğini düşünüyorum.”

Kendi kendime karşı bile savunmakta zorlanacağımı bildiğim bu bildiriyi imzaladım çünkü o bildiride savunmadığım bir yaklaşımdan belki de daha önemlisi, bu bildiri enflasyonunda demokrasi ve özgürlükler konusunda adım atmaya çalışan insanların birbirleriyle ‘konuşmalarının’ ve otoriter zihniyet altında, darbelerle mağdur olmuş bu toplumun bütün bireylerinin, farklı seslerinin ‘yanyana’ gelmelerinin şart olduğunu düşünüyorum.

Ben kendi çapımda bir ‘diyalog girişimi’ olarak görerek ‘başka’ bir bildiriye adım attım, ancak bir çok insan benimkilerine benzer sorunlar nedeniyle -haklı olarak- bu adımı atamadı; ‘üçüncü yol’ bulmaya çalışan bir bildiri sadece ‘üçüncü bir kamp’ olarak kaldı ve başörtü yasakçılığı konusunda hamasetçi ikinci bildirinin değirmenine su taşıdı. Halbuki çok basit bir şey vardı yapılacak; AKP’nin yöntemini beğenmedikleri için yeni bir bildiriyi kaleme alanlar, (üniversitede başörtülülere karşı olmadıklarını belirttiklerine göre) başörtüsüne özgürlük sağlayacak bir yasal değişiklikten sonra, hatta sonrasını da beklemeden, “Başörtüsüne özgürlük sağlandı. Çok memnun olduk. Şimdi de hemen diğer konulara geçelim ve demokrasimizin sınırlarını, özgürlüklerimizi genişletelim” çağrısı yapan bir bildiriyi pekala hazırayabilirlerdi.

Uzun lafın kısası, başörtü bütün bu bildirilere yansıdığı gibi, toplumu baştan aşağıya ciddi bir sınavdan geçiriyor; adeta bir turnsol kağıdı gibi… Başörtü herkesi sarsıyor; herkesin demokratlığının sınırları ortaya çıkıyor… Ve herkesi demokratlık konusunda daha ileri adım atmaya zorluyor.

Son olarak şu söylenebilir: üniversitelerin başörtülü öğrencilere ihtiyacı var. Modernleşme ve çağdaşlaşma teorisyenlerinin ya da cumhuriyet seçkinlerinin yaptığı gibi, (her ne kadar bugün kopya çektikleri modernite modelini taklit etmeye devam etseler ve ondan nefret etseler de, sadece dışarıdan teorik destek almak için değil, evrensel sitenin inşasına yerel katkıda bulunmak için başörtünün altındaki ‘farklı’ çoğulluğa bilimin ihtiyacı var… Hadi daha da iddialı konuşayım: Başörtü Türkiye’de özgürleştiği zaman, bu toplumun kendini anlama kapasitesi yükselecek…. O zaman Türkiye’nin aydınları ‘tercüme’ aydını olmaktan da kurtulacaklar….

Mesela geçen haftaki yazıma yankı veren “örtülü” bir okurun aşağıda anlattıklarını, çoğulluğunu, nasıl tek bir kalıba sokulamayacağını bir parça olsun anlayabilmek, toplumun kendisine farklı bir gözle bakma ve özgürleşme yolunda çok büyük bir adım olabilir… Tabii bunun için üniversitelerin koşulsuz, ‘ama’sız özgür olması gerekir herşeyden önce…

Zelda’nın mektubu…

“Son yazınızda (“Kişiyi nasıl bilirsin? Kendin gibi…”) aslında ülkedeki hani birçok noktayı yıllarca kendi malları gibi kullanıp ve bu sayede ve bunun gibi birçok nokta sayesinde herşeye karar veren, uygulamaya koyan bir topluluk vardı; onlar şimdi işte sokaklara döküldüler, ‘örtü’ karşıtı eylemler ya da örtünün kamusal alandaki yasak olmasının devamı gibi düşünceleri üzerine seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Tamam buraya kadar bence normal. Neden derseniz, tamam bir şeyleri savunabilirler ve benim için burası sorun değil; onlar faşizanca yaklaşabilirler onlar yasakçı olabilirler açıkçası bu insan için zarar olsa da ben onlara onların silahıyla vuruş yapmayacağım için (maalesef) normal diyorum.

Peki ben böyle düşünürken kimse bana ne istediğimi neden varolduğumu bu ülkede onlar ne tür haklara sahipse ya da kökleri neleri paylaşmışsa aynı noktadan geldiğimizi kabul ederler mi? Bakın özgürlük falan değil sadece ve sadece bu ülkede benim de bir birey olduğumu kabul ediyorlar mı? Hayır! Neden? Tahammül sınırlarını zorluyorum; mesela benim köklerim Zaza, ailem Zazaca konuşuyor (Türkçeyle beraber)… Bu zaten genel bir rahatsızlık… Daha da fenası geliyor, ben bir de örtülüyüm; alın bir sorun daha… İki nokta yüzünden benim başım en başında ezilmeliydi ki bu çatlak sesleri çıkarmıyayım. Ama olmadı ve ben gün geçtikçe rahatsız ettim. İşin en komik yanı ise rahatsız ettiğim noktalar da komik. Üniversite noktası en en (a)normalidir belki ama…

Mesela Nişantaşı’nda ünlü ayakkabıcılardan birinde çizme denerken, aşağılayıcı bir tavır takınmak, “o zaten sizin ayağınıza olmaz” gibi konuşmak, sonra İstanbul Modern’de gezerken “çağdaş Türk kadını” imajını gururla taşıdığını sananlar tarafından aşağılanıp ağlatılmak (kardeşim yaşadı bu durumu), sonra yemek yediğimiz bir mekanda tuhaf bakışlara maruz kalmak, sonra bazı ortamlarda “siz örtülüler” diyenler yanında “siz Kürtler” gibi cümlelere maruz kalmak, sonra otobüste yaşlı bir bayana yer verdiğinizde sizin verdiğiniz yere oturmaması, sırf ben örtülüyüm diye (bu teyze şık bir bayandı)… Ve tabi (afedersiniz ama) şu an zurnanın zırt dediği yer olan üniversite meselesinde de “okuyan aydın kızlarımız olsun” diye çabalayıp, kapının önüne gelince “olmaz sen aydın değilsin bu halle, aç başını” deyip beni sınırlara hapsetmek… Aydın olmanın fikirlere dayalı olduğunu sanırdım, herhalde ben yanılıyormuşum… Ya da onlar mı acaba? Bu uzayıp gider hem de çok… Hele Nişantaşı’nda bir Pazar sabahı Saray muhallebicisinde otururken etrafın bakışlarını unutamam… Açıkçası yıllardır bıraktım bunu, umurumda değil; ben de hallerine gülüyorum ama bu hareketler yeni gelen nesilde acıtıcı oluyor… Kardeşim zorlandı, bir müddet dışlanma psikolojisi yaşadı… Ve size soruyorum bu kadar yaptıkları karşılığında ben mi bir gün birilerinin özgürlüğünü kısıtlamaya yelteneceğim yoksa onlar mı yıllardır yelteniyorlar ve uyguluyorlar?

Yıllarca kimi zaman üstünkörü kimi zaman hasıraltı edilen birçok konu gibi bu mevzu da hayatımızda yer etti ve ilginçtir ki genel olan sosyal çevrede değil de, belli bir zümre tarafından sorun oldu, bu noktada zihnim hep tıkandı ve tıkanıyor. Umarım bütün tıkanıklıklar, cevaplanmakta zorlanan sorular açılır ve cevaplanır ve yürekler ferahlar. Ütopik dursa bile ummak da güzel, ne yapalım züğürt tesellisi olsun:)

Zelda”

14 Şubat 2008, Perşembe

http://www.sansursuz.com/haberler/templates/sansursuz_yazar.asp?articleid=57480&zoneid=7&y=47

Türban Takanları Yakalım mı?

Erkan Tan

Başörtüsü ya da türban takan ve hayatını bu şekilde geçirmek isteyen hanımefendiler milletin en büyük derdiydiler, şimdi iyice gündeme geldiler.

Türkiye’nin yıllardır enerjisini harcadığı, birbiriyle tartıştığı, bir türlü üzerinde görüş birliğine varamadığı ve en sonunda kabız olduğu en sancılı mesele.

Şimdi bu işi nasıl çözeceğiz diye kıvranıyoruz.

Başını örterek yaşamak isteyen, buna inanan, bu vaziyette gezen, dolaşan ve bunun doğru olduğunu düşünen hanımlarımız var mı?

Evet var!

Beğenirsin ya da beğenmezsin. Düşüncelerine katılırsın ya da katılmazsın. İnancını paylaşırsın veya paylaşmazsın ama var böyle insanlar.

Bizim insanlarımız bu hanımlar. Beraber ağlıyoruz, beraber seviniyoruz, hastane kapılarında beraber sıra bekliyoruz, çocuklarımızı askere beraber gönderiyoruz. Sev ya da sevme aynı vatanda birlikte yaşıyoruz. Aynı milletin fertleriyiz.

Öyle mi ? Değil mi?

Fakat bazılarımız bu hanımları feci halde rejim düşmanı, Atatürk ilke ve devrimlerinin karşıtı, kendi doğrularına ve yaşam biçimlerine tehdit olarak görüyorlar.

Doğru olabilir…! Küçümsemiyorum.. .! Reddetmiyorum. ..! Onları da anlamaya çalışıyorum…!

Ama bir ve beraberiz… !

Bazen başörtülüler yok diye kiralıyoruz ama karşı daireyi de onlar kiraladıkları için aynı apartmanda karşı komşumuz oluveriyorlar.

Kimi zaman iş yerimizde en sevdiğimiz ve güvendiğimiz arkadaşımızın kızkardeşinin de başının örtülü olduğunu öğreniveriyoruz.

Yalan mı…?!

Ya da üniversitede çok iyi anlaştığımız, beraber ders çalışıp, birlikte kopya çektiğimiz kız ya da erkek arkadaşımızın annesinin de başının örtülü olduğunu hatırlayıveriyoruz.

Daha da ilginç olanı, böyle yaşamak isteyen, uzak yada yakın kendi akrabalarımız gözümüzün önüne geliveriyor.

Nasıl olacak peki…?!

Bu sorunu nasıl çözeceksiniz.. .?!

Bu hanımlardan ve onların yaşam biçimlerinden rahatsızlık duyanlar, korkanlar size soruyorum.

Öneriniz nedir ?

Ancak ben çok iyi biliyorum ki sizin kesinllikle karşı olduğunuz tek konu bu hanımların üniversitelere başörtüleriyle girmeleri değil.

Sizler bu hanımlar hiç olmasın istiyorsunuz. Bu hanımları aynı milletin fertleri olarak görmüyorsunuz. Bu hanımlara, böyle hanımlarla evlendikleri için kocalarına ,onlardan doğdukları için çocuklarına da karşısınız. Nefret geliştirmişsiniz.

Onlar içimize girmeye çalıştıkça ürküyorsunuz. Aramıza karıştıkça korkuyorsunuz. Adeta bir ve beraber olalım istemiyorsunuz. Onlar size doğru geldikçe siz kendinizi çekiyorsunuz.

Anlaşmak değil görüşmek bile istemiyorsunuz. Görüşmek değil konuşmak bile istemiyorsunuz. Konuşmak değil karşılaşmak bile istemiyorsunuz.

Ne istiyorsunuz? !

Bu insanları, tren vagonlarına doldurup, Silopi’ye kadar götürüp Habur sınır kapısından dışarı mı atalım?

Ya da bu hanımları, onların çoluk çocuğunu, sizin gözünüz görmesin diye vagonlara doldurup yakalım mı?

Veya başörtüsü mangaları, SS (simgelerle savaşanlar) tugayları kurup, başörtüsü türban kullananların başlarından zorla örtülerini mi çıkartalım?

Toplumsal barış böyle mi zedelenmez.. .?!

Bu yazayı tarafgir bulup, anlamını azaltmaya çalışmak isteyenler için haykırıyorum.

Annem, kızkardeşim, teyzem, halam, anneannem, babaannem, bunların gelinleri ve yedi sülalem içindeki hiçbir kadın, dayılarımın ve amcalarımın hanımları başörtülü ya da türbanlı ya da tülbentli ya da çarşaflı ya da burkalı değildir.

Karımı zaten herkes biliyor.

http://www.serzenisler.com/turban-takanlari-yakalim-mi/