Ulusal Azınlıkların ve Bölgesel veya Azınlık Dillerinin Korunmasına Hakkında Onuncu Yıl Konferansı

Avrupa Konseyi Genel Sekreter Vekili Maud de Boer-Buquicchio’nun Açılış Konuşması

Strasburg, 11 Mart 2008

Çev: Işıl Göksel

Avrupa Konseyi’nin en önemli sözleşmelerinden olan, kilit niteliğindeki Ulusal Azınlıkların Korunması için Çerçeve Sözleşme ve Avrupa Bölgesel veya Azınlık Dilleri Şartı’nın yürürlüğe girişlerinin onuncu yıldönümünü vurgulamak üzere düzenlenen bu konferansa, hepiniz hoşgeldiniz.

Eskiden, tamamen eskide kaldığı söylenemese de, azınlıklar, devletin birlik ve uyumuna zarar veren rahatsız edici birer unsur olarak kabul edildiklerinden, onlara karşı hep şüphe ile yaklaşılırdı. Şu an ise, Avrupa Konseyi’nde farklı bir bakış açısı üzerine tartışıyoruz: Aynılığa değil, çeşitliliğe dayalı bir uyum yaratmak.

Dil Şartı ve Çerçeve Sözleşme’nin dünyada birer eşleri daha yoktur. Pek çok kez denenmesine rağmen, başka hiçbir uluslararası organizasyon bunlarla kıyaslanabilecek bir doküman geliştirmeyi henüz başaramamıştır.

Bunu daha da açıkça görebilmek için, gelin, geçmişe bir göz atalım. Ulusal azınlık gruplarının korunması, 19. yüzyıla kadar uzanır; fakat, Birinci Dünya Savaşı’na kadar, bu koruma, raslantısal bir olgu olmaktan ileri gidememiştir.

Bu raslantısallık, iki savaş arası dönemde, Devletlerin azınlıkların korunması üzerine olan antlaşmaları imzalamaları Milletler Cemiyeti’ne girmelerinde ön koşul haline gelince değişmiştir. Fakat, Avrupa’da çok az sayıda ülke, bu sistemin etkili olması için çalışmış, ve Devletler yükümlülükleri adına eşdeğer tutulmamıştır. Avrupa, ikili ilişkilerde siyasi avantaj sağlamak için azınlıkların sömürülmesine, ve karşılıklı olarak “beşinci kol” olarak suçlanmalarına tanıklık etmeyi sürdürmüştür.

Tüm bunlar, 1990’lı yıllar öncesinde, Avrupa’da ulusal azınlık gruplarının haklarının tanınması bir yana, onlarla ilgili sorunların konuşulmasının bile neden birer tabu olarak görüldüğünü açıklayabilir. Kişilerin, azınlık antlaşmaları aracılığıyla, grup halinde değil, insan haklarının garanti altına alınması yoluyla bireyler olarak korunmaları gerektiğine inanılmaktaydı.

Fakat, Avrupa Konseyi’nin daha ilk yıllarında değişim rüzgarları esmeye başlamıştır. 1961’de Danışma Meclisi, yani bugünkü adıyla Parlamenter Meclis, Bakanlar Komitesi’ni, Avrupa İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme’nin 2. Protokolü’ne ulusal azınlık gruplarına ait bireylerin korunmasına ilişkin açık bir madde koyması için teşvik etmiştir. Bu madde:

“Ulusal azınlık gruplarına ait bireyler, diğer grup üyeleri ile birlikte ve toplum düzeni ile örtüştüğü sürece, kendi kültürlerini sürdürme, kendi dillerini konuşma, kendi okullarını kurma ve kendi seçimlerine bağlı bir dilde eğitim görme ya da kendi dinlerini telaffuz etme ve uygulama haklarına sahiptirler.”

Şüphesiz sizin de dikkatinizi çektiği gibi, bahsedilenler, bugünkü Dil Şartı ve Çerçeve Sözleşme’deki pek çok unsurun da habercisidir. Fakat, 1973’de bu tarz bir maddenin kabulü için ortam henüz olgunlaşmamış, ve Bakanlar Komitesi’nce kurulmuş uzman bir komite, bu önerilen maddenin varlığına gerek olmadığına karar vermiştir.

Azınlıklarla ilgili konulara, insan hakları üzerinden yaklaşmak için ortamın henüz yeterince olgunlaşmadığı iyice anlaşılınca, konuya Avrupa Bölgesel veya Azınlık Dilleri Şartı ile yaklaşılmaya karar verilmiştir. Azınlık gruplarının korunmasına dayalı geleneksel yaklaşımdan, azınlıkların dillerinin korunmasına dayalı yaklaşıma doğru yöneliş, yeni stratejiyi belirlemiştir. Böylece, Parlamenter Meclisi’nin de desteğiyle, Avrupa Konseyi Yerel ve Bölgesel Otoriteler Daimi Konferansı- bugünün Kongre’si- 1980’li yıllarda Dil Şartı’nın taslağını hazırlamaya başlamıştır.

Dil Şartı, azınlık konusu henüz hükümetlerin gündeminde bile değilken, yerel ve bölgesel otoritelerce tasarlanmış; Ulusal Azınlıkların Korunmasına Dair Çerçeve Sözleşme ise, Avrupa Konseyi’nin Viyana Zirversi’nde üye devletlerin aldıkları bir karar sonucu ortaya çıkmıştır.

İşte tam da orada, yani 1993’te Viyana’da, Avrupa Konseyi Devlet ve Hükümet Başkanları güçlü bir mesaj yollamışlardı: “Kurmak istediğimiz bu Avrupa’da, ulusal azınlık gruplarına ait bireylerin haklarının korunmasını taahhüt ederek, bu tür iddialara cevap vermek zorundayız.” Bu mesajı ise, hemen ardından Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın 1990 tarihli, ulusal azınlık gruplarına ait bireylerin haklarını evrensel olarak tanınmış insan haklarının bir parçası olarak aleni bir şekilde kabul eden Kopenhag dokümanındaki siyasi taahhütler izlemiştir.

Çerçeve Sözleşme, 1993 Viyana kararlarında öngörülen siyasi taahhütlerin yasal bir ifadesiydi; ama Çerçeve Sözleşme’nin Şubat 1998’de gerçekleşen yürürlüğe girişi için, üzerinden bir dört buçuk yıl daha geçmesi gerekmiştir.

Avrupa Konseyi Devlet ve Hükümet Başkanları’nın Üçüncü Zirvesi’nin Varşova Bildirgesi, 2005 yılında Avrupa Konseyi’nin “ulusal azınlıklar üzerine çalışmalarına devam etme, yani demokratik istikrara katkıda bulunma” taahhütlerini yinelemiştir.

Bu son on yıl içinde, Çerçeve Sözleşme ile ulaşılmak istenen noktaya gelindiği konusunda hemfikir olduğumuzu düşünüyorum. Avrupa’da otuz dokuz ülke, azınlık hukuku, politikası ve eylemleri için gerçek bir kıstas ve güvenlik ağı haline gelen bu sözleşmeye taraf olmuş durumdadır.

Bayanlar ve Baylar,

Azınlık kavramını içermekten kaçınan Dil Şartı’nın, tam da bu kavram üzerine dayalı Çerçeve Sözleşme’den bir ay sonra yürürlüğe girmesi -neyse ki- kaderin bir cilvesi değildir. Ulusal azınlıkların artık çoğu üye devlet için bir tabu olmadığını daha önce de öne sürmüştüm, ve bu yüzden Dil Şartı’nın bu dolambaçlı yaklaşımının günümüz için gereksiz olduğunu düşünüyorum. Şu an bunu kanıtlamak için, Çerçeve Sözleşme’yi kabul eden devlet sayısının, Dil Şartı’nı kabul edenlerden çok daha fazla olmasından daha iyi bir gerçek bulabileceğimizi de, açıkçası pek sanmıyorum.

Üye devletlerin, azınlık gruplarının kendi dillerini konuşmalarına izin vermektense, azınlık dillerini geliştirmeleri konusunda daha istekli olacaklarını hiç sanmıyorum. Bana göre, dillerin yanı sıra azınlık koruma alanında daha pek çok konuyu içeren Çerçeve Sözleşme, Dil Şartı’nın kabul edilmesi için de gereken ortamı hazırlamaktadır. Aslında Dil Şartı, Çerçeve Sözleşme’ye nazaran, daha spesifik ve, tam anlamıyla uygulanırsa, daha çok çaba gerektiren yükümlülükler ortaya koymaktadır. Bu yüzden de, iki sözleşmeye de taraf olan yirmi iki devletin büyük bir çoğunluğunda Dil Şartı’nın, Çerçeve Sözleşme’den daha sonra yürürlüğe girmiş olması hiç de şaşırtıcı değildir.

Farklı tarihsel geçmişlerine rağmen, Dil Şartı ve Çerçeve Sözleşme arasında uyuşmazlık olmadığı gibi, pek çok da benzerlik vardır; doğal olarak en çok da dilsel azınlıkların korunması ile ilgili maddelerde. İkisini de yürürlüğe koyan devletlerde, bu iki dokümanın birbirini ne derece tamamladığı ise gerçekten dikkate değer bir unsurdur.

Örneğin; Dil Şartı, devletlere, azınlık dilinin öğretilmesi konusunda bir yükümlülük öngörürken, Çerçeve Sözleşme, buna ek olarak, ulusal azınlık gruplarının bireylerine kendi dillerini öğrenme hakkını da sağlayarak tamamlayıcı bir rol üstlenmektedir.

Fakat, azınlık dilini konuşanlar, Devlet tarafından ulusal azınlık grubunun üyeleri olarak kabul edilmeyip, Çerçeve Sözleşme’nin koruma kapsamına alınmadığı durumlarda, yine de bu azınlıklar, dili konuşan kişi sayısına bakmaksızın ülkedeki bütün azınlık dillerini otomatik olarak koruma kapsamına alan Dil Şartı’nın korumasından yararlanabilmektedirler.

Bu örnekler, Avrupa Konseyi’nin azınlık koruması konusundaki yaklaşımının tutarlı, tamamlayıcı ve karşılıklı olarak desteklenir durumda olduğunu göstermektedir. Tarihte ilk kez, Avrupa’nın ulusal azınlıkların ve azınlık dillerinin korunması konusunda oldukça kapsamlı bir çerçevesi bulunmaktadır.

Bu 10. yıldönümü, iki sözleşmenin de getirilerini gözden geçirmek; aynı zamanda gözlem yapan kurumların pratik alanda karşılaştıkları zorlukların altını çizmek için iyi bir fırsat olma özelliğine sahiptir.

Avrupa, haklarının korunması gereken ve sayıları hızla artan “yeni azınlıklar” ile karşı karşıyadır. Danışma Kurulu, Çerçeve Sözleşme’nin 6. maddesini ısrarla, “yeni azınlıkları” da içermek üzere, bütün gruplara uygulanması gerektiği yönünde yorumlamaktadır. Bu madde, tolerans ve kültürlerarası diyaloğu güçlendirdiği, ve tarafların, etnik, kültürel, dilsel ya da dinsel kimliklerini gözetmeksizin bütün insanlar arasında karşılıklı saygı, anlayış ve dayanışmayı artıracak önlemler almalarını gerektirdiği için oldukça önemlidir.

Bayanlar ve Baylar,

İki komitenin de gözlemleri sayesinde, dil unsuru da dahil olmak üzere azınlık hakları konusunda kayda değer pek çok gelişme yaşanmaktadır. Her birinin tek tek birer kutlama nedeni olduğuna inandığım bu gelişmelere, önümüzdeki yıllarda daha nicelerinin katılacağına yürekten inanıyorum.

Hepinize çok teşekkür ederim.

http://www.coe.int/t/dc/press/news/20080311_disc_sga_langs_EN.asp?