Bu yazı 03.08.2003 tarihinde Radikal 2’de yayınlanmıştır .
Politikanın, kendi içindeki etik duruşların yetkisi ve ufku hakkındaki tehditkâr çıkışları, antik çağlardan beri süregelen bir tutum. Bu yüzden, politika “kirli” ve “tehlikeli” bir alan olarak görülür. Nitekim, Platon’un “Devlet”inde politika, Thrasymakhos tarafından adaletin güçlü olanın işine gelmesi olarak tanımlanır. Bu görüş, muhatabı Sokrates tarafından ustaca bir şekilde çürütebilmişse de, Sokrates’in trajik sonunu hepimiz biliyoruz. Sanırım, antikler ve modernler arasında gidip geldiğimiz günümüz dünyasında, bu ünlü tartışmadan çıkaracağımız bazı dersler var. Bunun bilincinde olan ve uluslararası düzeyde bir araya gelen Hükümet Dışı Organizasyonlar’ın oluşturduğu koalisyon, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) kabul edildiği 17 Temmuz gününü “Dünya Adalet Günü” olarak kutlamak için her yıl faaliyetler düzenliyor.
Yakın tarihimiz zihinlerimize soykırım, insanlığa karşı suçlar ve savaş suçlarının kurbanı olan milyonların ıstıraplarını ve cinayetleri kaydetti. Utanç verici bir şekilde, söz konusu suçları gerçekleştirenlere ve planlayanlara müsamaha gösterilen yerlerde, bu tür suçlar halen körükleniyor. Ancak, 17 Temmuz 1998’de, gelecek nesiller için bir umut hediyesi ve evrensel insan hakları ve hukukun üstünlüğü yolunda ileriye dönük dev bir adım atıldı. UCM Roma Tüzüğü 120 ülke tarafından imzalandı. Tüzüğün 1 Temmuz 2002’de yürürlüğe girmesi ve 17 Temmuz 2002’de 76 ülkenin onayı ile uluslararası adalet büyük bir zafer kazandı. Böylece, soykırım, insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve bunlara bağlı olarak saldırganlık suçlarını işleyenlerin sorumlu tutulabileceği ve dünyadaki tüm yasal sistemler adına hareket eden, daimi ve tarafsız bir adalet mekanizması yaratıldı.
Evrensel yargı yetkisi
Evrensel yargı yetkisi ilkesi, devletlerin, ülkelerinde ağır ihlaller gerçekleştirdiğinden şüphelenilen kişileri kendi mahkemelerinde yargı önüne getirmelerini veya onları, bu yargılamayı yapma imkan ve isteğine sahip bir başka devlete iade etmelerini gerektiren bir ilkedir. Yarım asırdan daha fazla bir süredir geçerli olan bu ilke, II. Dünya Savaşı sonrası kabul edilerek 1949 Cenevre Sözleşmelerine ve 1987 İşkenceye Karşı BM Sözleşmesi’ne dahil edilmiş olmasına rağmen, pek çok devlet halen iç hukukunda mahkemelerine böyle bir yargılama yetkisi vermedi, yetkiyi verenler de kullanmadı. Siyasi kaygılar her zaman bu ilkeden üstün geldi ve adaletten kaçanlar kendilerine sığınacak birer liman bulabildi. 1990’larda başta Belçika olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinin bu ilkeyi hayata geçirmek istemesi umut verici olduysa da, bu vakalar ne yazık ki birer istisnadır: Pinochet’nin İngiltere’de tutuklanması, Ariel Sharon, G.W. Bush, Tommy Franks, ve Tony Blair hakkında Belçika’da davalar açılması ve R.M. Cavallo’nun yargılanmak üzere geçtiğimiz günlerde İspanya’ya iadesi sayılı örnekler. Yeni kurulan UCM’nin önemi de, bir dönüm noktası olarak tam da burada başlıyor. UCM üç nedenden ötürü özel bir önem arz ediyor. İlki, mahkemenin önleyiciliği: Son 50 yılın en önemli vakalarında, suçlamaları kovuşturan uluslararası mekanizmalar ancak suçlar işlendikten sonra kurulabilmişti. Yeni UCM kalıcılığı ve caydırıcılığı sayesinde cezalandırmanın ötesinde, gerçekleştirmeyi planlayanlara karşı önleyici bir görev yapacak. İkincisi, yetkisinin genişliği: Nürnberg ve Tokyo mahkemelerinin yetkisi II. Dünya Savaşı ile sınırlıydı. Eski Yugoslavya ve Ruanda için kurulan mahkemeler ise sadece belli bölgeleri kapsıyor. Türünün ilk örneği olup, zamanında geniş yankılar uyandıran ve Vietnam’daki savaş suçlarını yargılamak amacıyla kurulan Russell Mahkemesi ise “kamuoyunun vicdanı”nı yansıtması bakımından büyük bir önem arz etse de hukuki yaptırım gücüne sahip değildi.
Ayrıca, bu mahkemeler sadece savaş zamanında işlenen suçları kapsıyor, barış zamanında hükümetler veya diktatörlükler tarafından gerçekleştirilen ihlallerle ilgilenmiyordu. Yeni UCM, barış zamanında işlenen suçları da kapsıyor ve çok daha geniş bir yargılama yetkisine sahip. Üçüncüsü: UCM, sorumluların mağdurlara, eski haline getirme, tazminat, rehabilitasyon, telafi etme, tekrarlanmayacağının garantisi veya belli bir duruma özgü olarak uygun gördüğü bir başka tür giderim sağlamasını düzenleyen ve kurbanların yeniden travmatizasyonunu önleyen geliştirilmiş hükümler içeriyor. Ancak, tüm bu olumlu gelişmeler, derin kaygılar yaratacak şekilde, bir devletin uluslararası düzeyde yürüttüğü kontra kampanyalar yoluyla sekteye uğratılmak isteniyor: ABD. Öyle ya, ne de olsa ABD güçlü bir devlet!
Politikadan entrikaya
ABD işe evrensel yargı yetkisi ilkesini sabote ederek başladı. İsrail’i de yanına alan ABD, Belçika hükümetini ekonomik ve politik tehditlerle sıkıştırarak, bu ülkede açılan davaların düşürülmesini talep etti. Belçika maalesef bu baskılara Temmuz 2003 sonu itibariyle boyun eğdi. ABD sabotajlarını UCM karşıtı faaliyetlerle sürdürdü. Aslında, UCM Roma Tüzüğü’nü hazırlayan komisyonun üyelerinden biri olan ABD, Başkan Clinton döneminde olumlu bir adım olarak Roma Tüzüğü’nü imzalamıştı. ABD’nin UCM karşısındaki pozisyonu dramatik bir şekilde G.W. Bush döneminde değişti. Bunlardan ilki, söz konusu suçları işledikleri gerekçesiyle ABD ve alakalı diğer ülke vatandaşlarını UCM önünde yargılanmaktan kurtarmak amacıyla hazırlanan cezasızlık anlaşması. İkincisi ise, BM Güvenlik Konseyi’nin 1422 sayılı kararı. Cezasızlık anlaşması 43 ülke tarafından imzalandı, ancak sadece dört ülke tarafından onaylandı. Diğer ülkeler, uluslararası ve ulusal kamuoyunun baskısı sonucu cezasızlık anlaşmasını parlamentolarından geçiremedi. 1422 sayılı karar ise, BM operasyonlarına katılan ülkelerin vatandaşları hakkında UCM’nin soruşturma ve kovuşturma yapmasını engelliyor. Güvenlik Konseyi üyelerinin önce reddettiği karar, ABD’nin Bosna Hersek’deki BM Misyonu’nun yetkilerini ve barış gücü operasyonlarını veto etme tehdidi üzerine kabul edildi. ABD Haziran 2003’de sona eren kararın uzatılması için 1487 sayılı kararı gündeme getirdi. Bu karar şimdilik Fransa, Almanya ve Suriye’nin muhalefeti ile durduruldu. ABD’nin bu girişimleri Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi tarafından “politik açıdan çirkince bir eylem” olarak nitelendirilirken, BM Genel Sekreteri Güvenlik Konseyi’ne gönderdiği bir açıklamayla konuyla ilgili derin kaygılarını dile getirdi.
Tüm bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye’nin UCM Roma Tüzüğü’nü imzalamadığını hemen belirtelim. Roma Tüzüğü’nün içerdiği bazı hükümler gereği, Türkiye bundan böyle taraf olmak isterse doğrudan onaylamak zorunda. Ancak, Türkiye taraf olmak konusunda ne yazık ki ABD’yi takip ediyor ve isteksiz. Türkiye’nin UCM’yi onaylaması için Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi tarafından başlatılan girişim halen devam ediyor. ABD’nin yeni kurulan adalet sistemini engelleme çabalarının şimdilik başarısızlılığa uğraması, konuyla ilgili çevrelere rahat bir nefes aldırırken, UCM için seçilen uluslararası saygınlık ve tanınmışlığa sahip 18 yargıç ve savcı, La Haye’deki çalışmalarına başladı bile. İlk soruşturma Kongo hakkında. Sonuç olarak, yaşanan gelişmeler adaletin küresel düzeyde temini için küresel düzeyde bir tepkinin verilmesi gerektiğini gösteriyor. M.L. King’in söylediği gibi: “Herhangi bir yerdeki adaletsizlik adaleti her yerde tehdit eder.”
HAKAN ATAMAN
http://www.radikal.com.tr/ek_sayfa.php?ek=r2&ek_tarihi=03/08/2003