BM ve İnsan Hakları

Bu yazı daha önce 09.12.2001 tarihinde Radikal 2’de yayınlanmıştır. Uluslararası İnsan Hakları Günü arifesinde insan hakları tehdit altında. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin hamisi BM de tartışılıyor.


Nobel Ödülleri İsveçli kâşif, sanayici ve hayırsever Alfred Bernhard Nobel’in arzusu üzerine, 1901’den bu yana her yıl 10 Aralık’ta Nobel Vakfı tarafından verilen oldukça saygıdeğer bir teşvik vesilesi. Ödüller fizik, kimya, tıp/fizyoloji, ekonomi, edebiyat ve barış alanlarında kayda değer çaba harcayan değişik kişi ve kurumlara veriliyor. Özellikle Nobel Barış Ödülü, eşi benzeri görülmemiş insan hakları ihlallerinin yaşandığı ve artık yerini bölgesel savaşlara bırakan dünya savaşlarından sonra ayrı bir öneme sahip. Tüm dünyada barışı yaygınlaştırmak amacını taşıyan Nobel Barış Ödülü, ilk kez 1901’de Uluslararası Kızıl Haç Komitesi’nin kurucusu ve Cenevre Sözleşmesi’nin yaratıcılarından olan Jean Henri Dunant ve Fransız Barış Topluluğu’nun ilk başkanı ve kurucusu Frederic Passy’e verilmişti. Uluslararası Kızıl Haç Komitesi kurucusundan yıllar sonra 1917, 1944 ve 1963’te olmak üzere aynı ödüle üç kez layık görüldü. Ödüle layık görülenlerin arasında Martin Luther King, Nelson Mandela, Uluslararası Af Örgütü, Nükleer Savaşın Önlenmesi için Uluslararası Fizikçiler Birliği gibi daha pek çok saygın kişi ve kurum bulunuyor. Ne var ki, Nobel ödülleri, geçtiğimiz son on yıldır, işin içine siyaset karıştırıldığı gerekçesiyle oldukça ciddi eleştirilere maruz kaldı. Bu yılki Nobel Barış Ödülü’nün Birleşmiş Milletler’e ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’a verilecek olması tartışmayı büsbütün kızıştırmış durumda. BM’nin barışı sağlama konusundaki başarısızlığı bunun en büyük nedeni. Tartışmanın bir başka boyutunu da insan hakları oluşturuyor, çünkü BM başarısızlığını insan haklarını koruma konusunda da tekrarlayarak iyice pekiştirdi. Bu yüzden, ödülün veriliş tarihi olan 10 Aralık gününün aynı zamanda Uluslararası İnsan Hakları Günü’ne denk gelmesi, konuyla ilgili tüm hükümet dışı organizasyonları harekete geçirdi.

İşkenceci BM
Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün 1988’de Nobel Barış Ödülünü almasından sadece beş yıl sonra, 1993’de BM gücüne bağlı askerlerin Somalili bir çocuğu ateş üstünde “kızartırken” çekilen fotoğrafları dünya çapında geniş yankılara ve tepkilere neden oldu. BM güçleri 1995’de Somali’den geri çekilirken barışı sağlama konusunda başarısız olduğu gibi sayısız insan hakları ihlaline de imza attı. Somali’de yaşanan korkunç olayların açığa çıkması ile Kofi Annan’ın göreve başlaması 1997’ye denk geliyor. Bunun üzerine Kofi Annan göreve başlamasından bir yıl sonra yayınladığı ilk yıllık raporunda, BM’nin barışı ve insan haklarını korumada başarısız kaldığını, özellikle de küreselleşmenin olumsuz yönleri ve etnik çatışmalarla başedemediğini adeta itiraf etmek zorunda kalmıştı. Aradan geçen dört yıla rağmen BM’nin barışı ve insan haklarını koruma yönündeki başarısızlığı sürdü. Benzer şekilde, 11 Eylül sonrası yaşananlar ve Afganistan konusunda BM ciddi eleştirilere maruz kalıyor. Bu eleştirilerden ilki, BM’nin aldığı yanlış kararlarla, diplomatik bir çözüm olanağından çok askeri bir harekâta meşruiyet kazandırdığı yönünde. Ayrıca, BM’nin askeri harekât sırasında üzerine düşeni yapmayarak alanı ABD ve müttefiklerine bırakması, bu yönde yapılan eleştirilerin bir başka boyutunu oluşturuyor. Harekât sırasında ABD ve müttefiklerinin keyfi tutumlar takınarak, sivilleri ve yardım konvoylarını bombalaması ve BM’nin etkisiz kalması bunun en büyük göstergesi olarak kabul ediliyor. Bir diğer önemli kaygı ise, BM’nin yeterli girişimlerde bulunmamasından ötürü, genel olarak terörizme karşı başlatılan mücadelenin niyetini aşarak sivil haklar ve özgürlüklere “tecavüz” edeceği yönünde. Oysa ki, kalıcı bir barış ortamının kurulabilmesi için insan hakları temel bir zorunluluk.

Tehdit BM’den
10 Aralık Uluslararası İnsan Hakları Günü arifesinde insan hakları tüm dünyada tehdit altında. Üstelik, bu tehditlere ev sahipliği yapanlardan biri de, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin hamisi olan BM. En son, 25 Ağustos 2001’de hazırlanıp, yeniden gözden geçirilmiş hali Hindistan Hükümeti tarafından BM Genel Kurulu’nun 2001’deki 56. oturumunda tartışmaya açılan “Uluslararası Terörizm Hakkındaki Kapsamlı Taslak Sözleşme”nin kimi maddeleri tam bir skandal niteliğinde. Sözleşmede yer alan “terörizm” tanımının aşırı genişliği devletlere pek çok keyfi uygulama için olanak tanıyor. İfade özgürlüğünün ve örgütlenme hakkının ihlaline yönelik tehditler içeren taslak sözleşme, aynı zamanda işkence, yargısız infaz ve kaybedilme gibi ciddi hak ihlallerine yol açabilecek nitelikte. Adil yargılanma hakkında ise hiçbir iz yok. Sözleşme, kişi ve kurumların kullandıkları yöntemleri desteklemedikleri halde “terörist” organizasyonun genel amaçlarını destekleyen barışçıl bir açıklama yapmaları durumunda dahi, devletlerin dava açarak ceza vermesini mümkün kılıyor. Hal böyleyken, devletler 11 Eylül saldırılarını fırsat bilerek taslak sözleşmenin yürürlüğe girmesini beklemediler bile. Başta ABD ve İngiltere olmak üzere pek çok Batılı devlet, uluslararası insan hakları standartlarını hiçe sayarak, sivil hak ve özgürlükleri ihlal eden ulusal antiterör yasalarının altına imza çaktı. Bu arada, fırsattan istifade yurtdışına “terörizmle mücadele taktikleri” ihraç etmeye kalkan Türkiye Cumhuriyeti’nin 57. Hükümeti de boş durmadı tabii. İnsan hakları konusunda “ahval ve şeraiti” zaten bozuk olan Türkiye’nin, uluslararası insan hakları standartlarına pis pis sırıtan dahili yasalarına bir yenisini daha eklemek üzere harekete geçti. Yeni kanun tasarısına göre, diğer bütün şeylerin yanında, “Hükümlü ve tutukluların açlık grevine veya ölüm orucuna ikna ve teşvik edilmesi…beslenmenin engellenmesi sayılır.” deniyor ve suç olarak kabul ediliyor. Bu durumda hükümlü ve tutukluların kullandıkları yöntemleri desteklemeksizin genel amaçlarını destekleyen barışçıl bir eylem ya da ifade, keyfi bir şekilde ikna ve teşvik edici olarak yorumlanıp hakkınızda dava açılabilecek. Uzun sözün kısası kokusundan dolayı lahana çorbası yasaktır!”

Olmazsa olmaz…
1982 Anayasasının 20. 10. 1982 tarihli Resmi Gazete baskısında bile “Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir” cümlesi yer alır. Gerçi meşhur anayasamız hemen akabinde, gayet iyi bildiğimiz gibi bu hakları nasıl kullanacağımızdan çok nasıl kullanamayacağımızı anlatsa da, aslında insan haklarının en temel özelliklerinden üçüne değiniyor: Dokunulmazlık, devredilmezlik ve vazgeçilmezlik. Bu üç temel özellik özgürlük, eşitlik, hoşgörü, dayanışma ve evrensellikle birlikte İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin ve diğer uluslararası insan hakları standartlarının dayandığı değerleri ve ilkeleri oluşturur. Bu haliyle de insan hakları çağdaş dünya için eski bir Latin değişiyle sine qua non, yani olmazsa olmaz bir koşuldur.

HAKAN ATAMAN
(Radikal Gazetesi Arşivinden tüm yazılarını ara)

http://www.radikal.com.tr/ek_sayfa.php?ek=r2&ek_tarihi=09/12/2001