Yılmaz Ensaroğlu(*)
Yeni cumhurbaşkanının, meclis çoğunluğunu elinde tutan Adalet ve Kalkınma Partisi’ne seçtirilmemesine yönelik hesapların, 2002 seçim sonuçlarının belli olduğu andan itibaren yapılmaya başlandığı bilinmektedir. Bunu sağlayabilmek için devletin “laiklik” ilkesinin ardına saklanılarak “demokrasi” ve “hukuk devleti” ilkelerinin nasıl fütursuzca çiğnendiğinin çarpıcı örneklerini yıllardır ibretle izliyoruz. Bunun farkında olan AK Parti kadroları da, bu oyunu boşa çıkarma adına, yaklaşık 4,5 yıldır “gerilime yol açmama” adına neredeyse her şeye katlandılar. Nihayet yeni cumhurbaşkanının seçileceği günler geldi dayandı ve 27 Nisan günü de ilk oylama yapıldı. Oylamaya giden süreçte AK Parti, cumhurbaşkanı adayını açıklamayı olabildiğince geciktirirken, CHP de adayın uzlaşma ile belirlenmesi gerektiğini ileri sürdü. Başbakan Erdoğan’ın, beklenenin aksine kendisi aday olmayıp, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ü aday olarak açıklaması, ulusal ve uluslararası kamuoyunda ciddi bir memnuniyetle karşılandı. Hatta yeni cumhurbaşkanının ilk oylamada seçilebileceği beklentileri dahi doğmaya başladı.
Anayasada Cumhurbaşkanını seçme görev ve yetkisi doğrudan milletvekillerine verilmiştir. Bu nedenle de seçimin gizli oyla yapılmasını öngörülmüş ve siyasi partilerin grup kararı almaları yasaklanmıştır. Bu sürecin iyi yönetilemediği sıkça dile getirilmektedir. Bu çerçevede, cumhurbaşkanı adayının belirlenmesinin, bir tek kişinin, Başbakan Erdoğan’ın inisiyatifine terkedilmiş olması eleştirilmiştir. Ancak,Başbakan Erdoğan’ın – çok geniş istişareler sonucu da olsa – aday tespitini bizzat yapması ne kadar yanlışsa, muhalefet liderlerinin, oylamaya katılmayacaklarını açıklayarak milletvekillerinin iradelerine adeta ipotek koymaları, hatta DYP yönetiminin, kararlarına aykırı hareket eden iki milletvekilini Disiplin Kurulu’na sevketmesi de o kadar yanlıştır ve hukuk dışıdır.
CHP,ilk oylamada seçilebilmek için gerekli 367 üyenin genel kurulda olmaması halinde, konuyu yargıya taşıyarak bu meclisin cumhurbaşkanı seçmesini önleyeceğinive yargı kararıyla ülkeyi erken seçime götüreceğini başından beri dile getirmektedir. Ancak CHP dışındaki muhalefet partilerinin ve bazı bağımsız milletvekillerinin, tek Cumhurbaşkanı adayı Gül’e oy vermeseler de oturuma katılacakları ve konunun yargıya götürülerek, ülkenin yeni bir krizle, hatta kalıcı bir sorunla karşılaşmasına izin vermeyecekleri tahmin ediliyordu. Özellikle ANAP Genel Başkanı Erkan Mumcu’nun kimi reform taleplerine hükümetin olumlu cevap vermesi, bu tahminleri daha da kuvvetlendirmişti. Sonuç olarak 361 üye oy kullandı ve meclis, ilk oylamada cumhurbaşkanını seçemedi ve CHP de ilk oylama oturumunu Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı. Şu anda yargı sürecinin sonuçlanması beklenmektedir.
Kamuoyu, bu başvurunun nasıl karara bağlanabileceği ve muhtemel sonuçları üzerinde tartışırken, 27 Nisan günü saat 23:00 sularında Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesine konulan açıklama, gündeme kelimenin tam anlamıyla bomba gibi düştü. Çünkü yapılan açıklama, birçoklarına göre düpedüz bir muhtıraydı ve hayli özensiz ve düzensiz yazılmış olmakla birlikte, son derece sert ifadeler, hatta tehditlerle doluydu.
“27 Nisan Muhtırası” olarak adlandırılmaya başlanan bu metnin, sadece siyasal ve sosyal açıdan değil, hukuksal açıdan da irdelenmesi gerekmektedir. Çelişkilerle dolu ve kaleme alanların kimi konulardaki bilgisizliklerini ya da önyargılarınıda ortaya koyan bu metin, bir kişinin düşüncelerini sergilememektedir. Bu metin, bir kurumsal açıklamadır ve bu kurumu ilzam etmektedir.
Her şeyden önce bu metin, Türkiye Cumhuriyeti devletinin anayasada belirtilen tüm temel niteliklerini değil, o niteliklerden sadece birisini savunmaktadır. Dahası, o niteliği savunma adına diğer bütün niteliklere yönelik ağır bir tehdit oluşturmaktadır. Çünkü insan haklarına saygılı, demokratik ve sosyal bir hukuk devletinde laiklik, bu ve benzeri girişimlerle savunulamaz, böyle savunulması meşru görülemez. Kaldı ki, demokrasi, laiklik, hukuk devleti gibi kavramlar, tartışılamayacak kavramlar da değildirler. Tam tersine bu kavramlar, gelişmiş demokrasilerde yapılan tartışmalar sonucu gelişmiş ve hâlâ da tartışılmaktadır. Dolayısıyla bu kavramların tartışılıp yeniden tanımlanmasını istemenin bir tehdit olarak algılanması, son derece bilim dışıdır ve tamamen politik/ideolojik bir tutumdur.
Aynı şekilde milli bayramların kutlanma biçimleri de zaman içerisinde çeşitli değişikliklere uğrayabilmektedir. Örneğin bizim çocukluğumuzda 23 Nisan’lar, şimdiki gibi dünya çocuklarının da katılımıyla ve onlarla birlikte kutlanmıyordu. “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamaları ile aynı günde Kur’an okuma yarışmasının tertiplenmiş” olması da pekâlâ mümkündür. Çünkü yıllardır İslam Peygamberinin doğum günü “Kutlu Doğum Haftası” olarak kutlanmaktadır ve Diyanet İşleri Başkanlığı, 2007 yılı Kutlu Doğum Haftası’nın 16-22 Nisan 2007 tarihleri arasında kutlanacağını epey önceden açıklamıştır. Hicrî takvimle Miladî takvim arasındaki gün kaymasından ötürü bu yıl 23 Nisan’a denk gelen bu hafta, kaçınılmaz olarak bir süre sonra 10 Kasım’a, daha sonra 29 Ekim’e, 30 Ağustos’a ve 19 Mayıs’a da denk gelebilecektir. Dolayısıyla bunun hükümetle ya da konjonktürle herhangi bir bağını kurmak mümkün değildir. İki etkinliğin aynı güne rast gelmiş olmasına Genelkurmay açıklamasında dikkat çekilmesi, ister istemez bir büyük gazetemizin yıllar önce attığı “Bu sene de Hac, Kurban Bayramına denk geldi” manşetini hatırlatmaktadır.
Kutlu Doğum Haftası’nın kadınlara ve çocuklara yönelik etkinliklerinde elbette kadınlar ve çocuklar bulunacaklardır. Bununla ilgili olarak açıklamada yer alan “Özellikle kadınların ve küçük çocukların bu tür faaliyetlerde ön plana çıkarılması, ülkemizin birlik ve bütünlüğüne karşı yürütülen yıkıcı ve bölücü eylemlerle şaşırtıcı bir benzerlik taşımaktadır.” ifadesi de son derece yakışıksız ve ağır bir suçlamadır.
Metinde yer alan kimi ifadeler ise, Genelkurmay’ın kişilerin özel hayatlarına müdahale isteğini göstermektedir ki, bunun da insan hak ve özgürlükleri açısından kabul edilmesi mümkün değildir. Ancak “Kutsal bir inancın üzerine yüklenmeye çalışılan siyasi bir söylem veya ideolojinin inancı ortadan kaldırarak, başka bir şeye dönüştüğü, ülkemizde ve ülke dışında görülebilmektedir. Malatya’da ortaya çıkan olayın bunun çarpıcı bir örneği olduğu ifade edilebilir.” ifadeleri üzerinde ayrıca ve özellikle durmak gerekmektedir. Bu menfur olayda, misyonerliği bir güvenlik sorunu olarak algılayıp MGK gündemine taşıyan resmi yaklaşımların ve laikliği savunmayı kimselere bırakmak istemeyenlerin, bu olaydan sonra dahi yaptıkları “misyonerliğin terörizmden daha tehlikeli olduğu” yolundaki açıklamalarının payı nasıl yoksayılabilir? Kaldı ki, misyonerlikle ilgili toplumsal algılama da önemli ölçüde devletin denetimi altında tuttuğu din eğitiminden kaynaklanmaktadır.
Hükümetin bu açıklama karşısındaki tutumu ve karşı açıklaması, mükemmel olmamakla beraber yerindedir, doğrudur. Hükümet, daha öncekiler gibi istifa edip kaçmamış ya da açıklamayı muhatapsız bırakmamıştır. Açıklamayı görüp kabul etmiş ve Genelkurmay’a konumunu, statüsünü hatırlatarak karşısında, yaygın deyişle “dik durmuştur”. Ancak hemen belirtelim ki, bu tutum Cumhuriyet tarihimizde bir ilk olduğundan pek çok çevre tarafından memnuniyetle karşılanmışsa da yetersizdir. Çünkü bu açıklama, çok kaba bir bakışla bile, TCK’nın 216, 277, 288, 309, 311 ve Askeri Ceza Yasasının 148 ve İç Hizmet Kanununun 43. maddelerine aykırılık oluşturmaktadır. Dolayısıyla soruşturulmayı ve yargılanmayı gerektirmektedir. Ama hükümet bunu yap(a)mamış, tam tersine AK Parti, Genelkurmay Başkanının görevden alınması gerektiğini söyleyen bir milletvekilini uyarma gereği duymuştur. Sonuç olarak bu açıklamanın, göz korkutarak hükümete geri adım attırma amacı taşıdığını söylemek mümkündür.
Elbette bu açıklamanın bir muhatabı hükümet ise diğer muhatapları da TBMM ve Anayasa Mahkemesi’dir. TBMM’de millet iradesi açığa çıkmak üzereyken ve Anayasa Mahkemesi, kendisine yapılmış bir başvuruyu inceliyorken böyle bir açıklamanın yapılmış olması, siyasete ve yargıya doğrudan müdahaledir. Daha açık bir ifadeyle bu açıklama, ‘Anayasa Mahkemesi’nden CHP’nin isteği doğrultusunda karar vermesini’ istemektedir. Anayasa Mahkemesi’nin bu hukuk sınavından nasıl çıkacağını ise kısa sürede göreceğiz.
Bu yazı daha önce Yeni ŞafakGazetesinin 30.04.2007 tarihli sayısında yayınlanmıştır: http://www.yenisafak.com.tr/yorum/?t=30.04.2007&q=1&c=12&i=
42905&Asker/gölgesindeki/siyaset/ve/hukuk
(*)İnsan Hakları Ortak Platformu (İHOP)Yürütme Kurulu Üyesi