Bir barajda çatlak oluşmaya görsün.
O barajın ehlileştirdiği su, bütün o birikmiş enerjisiyle, ilk önce, küçük bir sızıntı olarak, ardından çağlayarak akmaya başlar.
Delişmen su, yıllarca onu tutan o kalın duvarları kemirir; delik zamanında kapatılmamışsa, bir zamandan sonra, çatlağını bulan suyu durdurmak imkânsızdır.
AK Parti, bütün zaaflarına, bütün hatalarına ve epeyden beridir, vadettiklerinin tam tersini yapmasına rağmen, kendi duvarlarında bir çatlak oluşturmadan bugünlere kadar gelebildi.
Davutoğlu’nun parti tabelasını asması bu kalın duvara vurulmuş büyük bir darbeyi temsil ediyor.
Babacan ve arkadaşları da tabelalarını astığında, artık çatlak tamir edilemez hâle gelecek.
Bu kopan parçaların yerlerine geri dönmeleri dışındaki bütün şıklar, AK Parti’nin inşa ettiği tek parti hegemonyasının sonuna işaret ediyor.
İster, AK Parti’den kopan kişiler kriminalize edilsin, isterse baskılara rağmen, şu ya da bu şekilde siyaset yapabilir bir hâlde olsunlar, her hâlükârda, Türkiye’de bir dönem kapanmış olacak.
Peki, ya sonra?
Sadece AK Parti döneminin antidemokratik uygulamalarından değil, bütün Türkiye tarihinden gerekli dersleri çıkarıp herkesin kendini özgür ve hukuk güvencesinde hissettiği, çoğulcu ve demokratik bir ülke olabilecek miyiz?
Böyle bir ülkenin önünde hatırı sayılır engeller var.
İktidarın zayıfladıkça yapabileceği çılgınlıklardan söz etmiyorum.
AK Parti iktidarı sonrasının, büyük bir uzlaşma olmadığı sürece, kendiliğinden demokrasiyi, hukuk devletini, hak ve özgürlükleri vaat etmediğini söylüyorum.
Maalesef Türkiye’de, bütün sorunların AK Parti iktidarı ile başladığını düşünen hatırı sayılır bir kesim var.
Geçmişte, tamamen hukukun dışında hareket eden “derin devleti,” Özel Harp Dairesini, JİTEM’i vb. yok sayıyorlar.
Yakılıp, yıkılan binlerce Kürt köyüne, enselerinden sokak ortalarında vurulan insanlara ilişkin bir hafızaları yok onların.
Askerî vesayeti, sivil bir iktidarın yarattığı otoriter rejim kadar kabul edilmez bulmuyorlar.
AK Parti’nin bunca yıl bütün hatalarına rağmen iktidarda kalmasının, bütün Cumhuriyet tarihi boyunca dindar ve muhafazakâr kimliklerin ezilmesiyle ilişkisini görmek istemiyorlar.
Hukuk devletinin önünde en büyük engellerden birisi olan, rövanşizm duyguları bütün sıcaklığı ve yoğunluğuyla ortada duruyor.
Hâlbuki, o rövanşizm değil mi bizi bugünlere getiren?
Geçmiş muhasebesini, sadece AK Parti döneminin hesaba çekilmesi olarak algılayan bir zihniyet, özgür bir ülke oluşturabilir mi?
Türkiye’nin hukuk devleti sorununu sadece bugünün Sulh Ceza Hâkimliklerinin ve iktidar güdümündeki yargının yarattığı garabetten ibaret görenler, bağımsız ve tarafsız bir yargının oluşturulmasına katkı sunabilirler mi?
İstiklal Mahkemelerinden, Yassı Ada’ya, Sıkıyönetim Mahkemeleri’nden, DGM’lere, Özel Yetkili Mahkemelere kadar Türkiye’nin her zaman muazzam bir hukuk sorunu olduğunu kabul etmeden, nasıl olup da gerçek bir hukuk devleti kurabileceğiz?
Türkiye’nin büyük bir uzlaşıya ihtiyacı var.
Bu uzlaşı, AK Parti öncesinde de, onun döneminde de, oyunun kurallarının yanlış olduğunu kabul etmek üzerine inşa olabilir ancak.
Bütün takımlar bir araya gelip, bundan sonraki oyunun kuralları konusunda uzlaşmaya varabilirlerse bir rol alabileceğiz.
Parlamenter sisteme geri dönmeyi, kuvvetler ayrılığını tesis etmeyi, gerçekten tarafsız ve bağımsız bir yargı inşa etmeyi, Kürtlerin ve dinî azınlıkların haklarını teslim etmeyi temel alan bir Anayasa üzerinde uzlaşarak geleceğe bakabiliriz.
Eğitimin herhangi bir “nesil” yetiştirmek üzerine inşa olamayacağını kabul ederek, bir yerlere varabiliriz.
Devleti hiçbir cemaatin, grubun, kliğin “ele geçirmemesi” gerektiğini, devletin ele geçirilecek bir baskı aygıtı olmaktan çıkarılması gerektiğini kabul ederek ilerleyebiliriz.
Herkesin ifade özgürlüğünü kabul ederek yolumuza devam edebiliriz.
Gerçek bir din özgürlüğü olmadan laiklik, laiklik olmadan da din özgürlüğü olamayacağını kabul ederek özgürleşebiliriz.
Yüz kusur yıldır, biraz özgürlüğü, despotizmlerin izlediği kısır döngülerin içinde yuvarlanıp duruyoruz.
Bir toplum inşa etmek isteyenlerin, diğerlerini tutsak almaya çalıştığı bir ülkede asla özgür olunamayacağını bir türlü göremedik.
Bundan sonra görebilecek miyiz?
Herkesin bizim gibi yaşadığı bir toplum inşa etme arzusundan kurtulabilecek miyiz?
Toplumun bütün renklerini zenginlik kabul eden, her kimliğin özgürce büyüyüp serpildiği, özgürce kendini inşa ettiği bir düzen kurabilecek miyiz?
Kenan Evren’in ismini sokaklardan silmek üzerinde anlaştığımız gibi, darbe Anayasa’sını da silip atmak üzerinde uzlaşabilecek miyiz?
Rövanşist olmamakla kast ettiğim, suç işleyenlerin affedilmesi, suçların üzerine sünger çekilmesi değildir.
Tam tersine, zaman aşımına uğramayan bütün suçların hesabını görmeye ihtiyacımız var.
Ama, adaletin bir öç alma aracı olamayacağını konusunda uzlaşmak zorundayız.
En çok nefret ettiklerimiz bile âdil bir şekilde yargılanmadan, ülkede adaletten söz edilemeyeceğini kabul etmeliyiz.
Davutoğlu’ndan sonra Babacan da tabelasını astığında artık post-AK Parti dönemini konuşmaya başlayacağız.
İster, AK Partiden kopanlar iktidarın ağır eliyle ezilip, cezalandırılmak istensin, isterse, önlerine bin bir engel çıkartılsın…
Türkiye’nin yıllardır biriken muazzam sorunlarının da yaratacağı tazyikle, AK Partinin giderek artan bir hızla çözüldüğüne tanık olacağız.
Ama post-AK Parti dönemi, kendiliğinden ve hiçbir çaba gösterilmeden bir demokrasi ve hukuk devletini vaat etmiyor.
Ancak büyük bir uzlaşmayla Türkiye’de demokratik bir hukuk devleti inşa edebilir.
Kürtleri dışlayan milliyetçilik, dinî-muhafazakâr kimlikleri baskılamak isteyen antidemokratik laikçilik, her ne sebeple olursa olsun rövanşizm, bu büyük uzlaşmanın önündeki en büyük engellerdir.
Bu büyük uzlaşma olmadığı sürece, azıcık özgürlüğü, despotizmler takip ettiği bu kısır döngüden asla çıkamayacağız.
Post-AK Parti döneminin herkese özgürlük ve hukuk getirmesi dileğiyle…
Orhan Kemal Cengiz
16 Aralık 2019