Konuyu Ahmet Şık’ın tutuklanmasına bağlayacağım; ama bence zurnanın zırt dediği bu son noktaya giden uzun yolu anlamadan, tam olarak geldiğimiz yeri de layıkıyla kavrayabilmek pek mümkün değil.
Aslında Türkiye yargısı hazırlıksız yakalandı Ergenekon davasına. Bu kadar çok kitlesel provokasyonun meydana geldiği, köylerin yakıldığı, insanların gözaltında kaybolduğu ve binlerce “faili meçhul” cinayetin bulunduğu bir ülkede, örneğini Güney Afrika’da, bazı Latin Amerika ülkelerinde gördüğümüz, “geçiş dönemi adaleti” gibi bir sistemin hiçbir zaman tartışılmamış ve düşünülmemiş olması ciddi bir yapısal eksiklikti.
Geçiş dönemi adaletiyle kastettiğim, yaygın ve sistematik insan hakları ihlallerinin yaşandığı bir dönemin ardından, geçmişle hesaplaşmayı amaçlayan ve bunu da mağdurların haklarının izini sürerek yapan bir adalet arayışıdır. Ergenekon davası, bu tür bir arayışın cevap bulacağı bir adalet sistemi içerisinde değil, eski Devlet Güvenlik Mahkemelerinin devamı olan Özel Yetkili Mahkemelerde görülüyor. Bu Mahkemelerin savcıları, hâkimleri, zihinsel yapıları itibariyle “devlete karşı” işlenmiş suçları soruşturmaya programlanmışlardır. Yani, uğraştıkları, konu aldıkları suçlar doğası gereği “politiktir”. Devlet otoritesini zaafa uğratacak örgüt faaliyetlerini soruştururlar. Ergenekon davası da böyle bir bakış açısıyla ele alınıyor. Savcılar ve Mahkeme, doğası gereği politik bir suç olan “darbe girişimlerini” soruşturuyor.
Dava dosyaları çok sayıda başka suça ilişkin iz, emare ve bağlantılarla dolu. Ancak bunlar, “darbe hazırlıklarıyla” bağlantılı olduğu ölçüde savcıların dikkatini çekip soruşturmanın kapsamına girebiliyor. Örneğin gayrimüslimlere yönelik saldırılar ve saldırı hazırlıkları ancak darbeye zemin hazırlama çerçevesinde ve son derece genel hatlarıyla ele alınıyor. Halbuki mağduriyetler üzerinden iz süren bir yargı anlayışı içinde bu dava görülüyor olsa, örneğin, dava dosyaları eklerinde bulunan “Hıristiyan” fişlemeleriyle, Hıristiyanlara yönelik saldırılar arasındaki paralellik dikkat çeker ve dava oradan derinleşmeye başlardı. Dava Fırat’ın doğusuna geçerdi. Hatta, Balyoz davası bant çözümlerinde yer alan, Gökçeada ve Bozcaada’nın Rumlardan nasıl arındırıldığına ilişkin anlatımlar savcıların dikkatini çeker, bunlara ilişkin olarak dahi yeni soruşturmalar başlardı. Ama savcıların baktığı “politik” düzlemden bireylere ve insanlığa karşı işlenmiş suçlar pek açık seçik görülemiyor.
Mahkemenin meseleye “mağdurlar” açısından bakmadığı, daha davanın ilk aşamasında, “katılma” talepleri çarçabuk reddedildiğinde görülmüştü. Uğradığı saldırının, bugün bazı Ergenekon çevreleriyle bağlantılı olduğu açıkça görülen Akın Birdal bile, mağdur sıfatıyla davaya kabul edilmedi.
Bu yapısal sorunlara, dışarıdan gelebilecek ama bir türlü gelmeyen “demokratik” baskı eksikliği de eklenince, dava enerjisini kaybetti. Kürtler, solcular, Aleviler, AKP’ye prim yaptırmamak endişesiyle, davaya sırtlarını döndüler. Örneğin Kürtler, yanan köylerinin, kayıplarının hesabını sormak için davanın o yönlere evirilmesi için tazyik uygulayabilirdi, ama olmadı. Dava sürecinin içinde yer alıp, mahkemeyi hak ihlallerine yönlendirecek bu tür bir “muhalefet” eksikliğine karşın, dava daha en başından “inkâr” korosunun kararlı baskısıyla karşılaştı.
Dava cesetler, silahlar, suikast planları üzerinden derinleşip, geçmişte yaşanan insanlığa karşı suçlara doğru ilerleyeceği yerde, sınırları gittikçe zorlanan, “örgüte üyelik” üzerinden ilerledi. Yukarıdan gelen baskılar sonucunda “darbe yapacakları” iddia edilenler tahliye edilirken, onlara yardım ettiği iddia edilenlerin tutuklu yargılanması tuhaf görüntüler oluşmasına neden oldu. Zayıf delillerle dava açılması, tutuklamanın ceza olarak kullanılması vd. gibi Türk yargısının yapısal geri kalmışlıkları da bu davada etkili oldu şüphesiz.
Davanın somut suçlardan öte, “örgüte üyelik” üzerinden ilerlemesi, gittikçe bu “örgüt” algısını genişletti ve muğlâk hale getirdi. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğinden burs alanların tek tek incelemeye alınması gibi tuhaf uygulamalar, davanın bir “hegemonya” savaşının parçası haline geldiği şüphesini yarattı. Yaptıklarıyla örgütün “amacına” hizmet ettiği düşünülenlerin de “örgüt üyesi” olarak addedilmesi, davayı “düşünce suçu” sınırına dayandırdı. En son olarak, yıllar boyunca derin devletin günahlarını ifşa etmiş bir gazeteci olan Ahmet Şık’ın da, hiçbir inandırıcı delil ortaya konmadan Ergenekon üyesi “yapılması” davayı destekleyenleri ikiye böldü.
Ergenekon’daki “büyük resme” odaklanmamızı isteyenler, Ahmet Şık’ın tutuklanması da dahil olmak üzere, davadaki “kusurları” görmezlikten gelmemizi, bu tür “detaylarda” boğulmamızı telkin ediyorlar. Bense, bir tek bireye bile olsa haksızlık yapılmasına, bu büyük resim uğruna bile olsa göz yumulmaması gerektiğini düşünüyorum. Adaletsizliğin adalete götürdüğü hiçbir örnek yok dünyada. Kaldı ki, göz yumacağımız bu “detayların”, bu yanlış fırça darbelerinin ve resmin orasında burasında bulunan “lekelerin” bir süre sonra bu tablonun tamamını gölgede bırakabileceğini düşünüyorum.
Davanın apaçık ortada duran kusurlarının konuşulup tartışılmasına karşı çıkanlar, sadece ve sadece inkâr cephesinin değirmenine su taşıyorlar. Bu çapta bir davayı, meşruiyet krizi yaratan adımlar eşliğinde yürütemez ve bir sonuca götüremezsiniz. Türkiye’de eski düzenin sürüp gitmesini isteyenler sadece yurt içinde değil, yurt dışında da bu dava üzerinden amansız bir mücadele yürütüyorlar. Bu dava, Ahmet Şık’ın tutuklanması gibi mantık ve vicdanları dumura uğratan adımlar yüzünden yıkılıp kalırsa, bunun vebali, dava üzerinde demokratik tartışmayı engelleyenlerin üzerinde olacaktır.
Mayıs ayında, Amerika’da Ergenekon davasına karşı büyük bir savaşın yürütüldüğü merkezlerden birisinde, Harvard Üniversitesinde, Ergenekon sürecini anlatacağım. Tek dileğim, o zamana kadar Ahmet Şık’ın tutuklanması gibi, dava sürecine gölge düşüren uygulamaların son bulması. Ardından da, davanın tam olarak rayına oturmasına yol açacak adımların geleceğini umuyorum…
http://www.taraf.com.tr/haber/ergenekon-da-buyuk-resim-ve-yanlis-firca-darbeleri.htm