G8 yani “Sekizler Grubu”nun zirvesi geçtiğimiz hafta içinde gerçekleşti. Göstericiler ve protestoları ise kimi çevreler tarafından modası geçmiş söylemleri yeniden inşa etmeye çalışan birkaç “baldırı çıplağın” işi olarak yorumlandı. Peki gerçekten de öyle mi? Öyle sanıyorum ki, bu soruyu cevaplayabilmemiz için G8 ülkelerinin kimler olduğuna, ne yaptıklarına ve neyi ifade ettiklerine değinmek gerekiyor.
ABD, Rusya, İngiltere, Kanada, Almanya, Fransa, İtalya ve Japonya’dan oluşan G8 ülkeleri, küreselleşen dünyanın politik ve ekonomik gelişmeleri üzerinde büyük bir etkiye sahip. Bu özelliklerinin kendilerine, yarattıkları köyün topraklarında istedikleri gibi at koşturabilecekleri bir erk yarattığı kanaatindeler. Nitekim bunu zor yoluyla da olsa yapıyorlar. Buna hakları olmadığını düşünen yüz binlerce insan da her zirve toplantısında sokaklara dökülüyor. Üstelik kesinlikle haksız sayılmazlar.
Soğuk savaşın sona ermesi pek çok kişi açısından herkese özgürlük ve refahı getirecek yeni bir dünya düzeninin başlangıcına işaret etmişti. Ancak milyonlarca insanın gerçekliği bundan oldukça farklı. Serbest piyasa ekonomisinin, çok partili politik sistemlerin ve teknolojik değişimlerin yayılması anlamında küreselleşme bazıları için refahı ifade ederken; pek çok insan için yoksulluk ve umutsuzluk ifade ediyor. Aslında küreselleşme yeni başlayan bir süreç değil, ancak etkileri önceki yıllara göre daha açık bir şekilde görülmeye ve şiddetlenmeye başladı.
Giderek önemini kaybeden ulus-devletler hakkında şirketlerin güvenini değiştiren sermaye her zaman hareket halindeydi. Sermaye birikiminin çok uluslu şirketlerin elinde toplanmasına paralel olarak IMF ve WTO gibi küresel ekonomik kurumların gücü giderek büyüdü. Küreselleşme kuşku götürmez bir şekilde muazzam bir ekonomik büyümeye kılavuzluk ediyor. Dünyanın bir kısmı her zaman olduğundan daha zengin ve teknoloji her zaman olduğundan daha hızlı ilerliyor.
Ancak, küreselleşme ekonomik dengesizlikler ve yoksullukları da beraberinde getirdi. Üretilen refahın etkileri gelişmekte olan ülkelere yansımıyor. Bu ülkeler için küreselleşme borç ve yoksulluğun birleşimi olarak ortaya çıkmış durumda. 1990’lardan 2000’li yıllara gelindiğinde 80 ülkeden daha fazlasında kişi başına düşen gelir en alt düzeyde. 1.5 milyara yakın insan günde bir dolardan daha az bir gelirle mücadele etmek durumunda. Dünyadaki kaynakların yüzde 85’i dünya nüfusunun sadece yüzde 25’lik bir kesimi tarafından kullanılırken; dünya nüfusunun yüzde 75’ine kaynakların sadece yüzde 15’i kalıyor. Nihayetinde Berlin duvarı yıkılmış olabilir ancak yoksulluğun, hoşgörüsüzlüğün, insan hakları ihlallerinin ve ikiyüzlülüğün duvarları hâlâ ayakta.
İnsan hakları
İçinde bulunduğumuz yüzyıla insanlık dinsel, etnik ve ırksal hoşgörüsüzlüğün neden olduğu silahlı çatışmalar ve insan hakları ihlalleriyle girdi. 11 Eylül saldırısı tüm bunlara tuz biber ekti ve “Terörle Savaş” adı altında başlayan süreç yeni çatışmalara ve hak ihlallerine çanak tuttu. Konvansiyonel silahların ve güvenlik ekipmanlarının transferindeki zayıf kontrol mekanizmaları, geniş bir ölçüde yaşanan insan hakları ihlallerinin en büyük nedenlerinden biri. Bu silahların ihracatı, transferi ve ithalatı ise G8 üyesi olan endüstrileşmiş ekonomiye sahip ülkeler tarafından gerçekleştiriliyor.
Son dört-beş yıl içinde gerçekleştirilen küresel silah ticaretinin üçte ikisi G8 üyesi beş ülke tarafından gerçekleştirildi. Yüzde 28’lik oranla en büyük satıcı olan ABD’yi, yüzde 17 ile Rusya, yüzde 10’la Fransa, yüzde 7 ile İngiltere ve yüzde 5’le Almanya izliyor. Satışların hemen hepsi onları insan hakları ihlallerinde kullanan hükümetlere yapılmış. Özellikle ABD’nin satışları doğrudan gelişmekte olan ülkelere yönelik. Bu ülkelerin sahip olduğu insan hakları karnesi, ABD’de de olduğu gibi zayıf. Uluslararası Af Örgütü, Uluslararası İnsan Haklarını İzleme Derneği ve Oxfam gibi saygın kuruluşların hazırladığı raporlar tüm bu söylediklerimizi doğrularken, bir başka gerçeği daha açığa çıkarıyor: Saddam rejiminin Halepçe’deki Kürtlere ve Şiilere yönelik gerçekleştirdiği katliamlarda kullanılan silahların hemen hepsi G8 ülkeleri tarafından temin edilmiş. Buna Saddam’ın her iki Körfez savaşında koalisyon güçlerine karşı kullandığı silahlar da dahil. Bunlar sadece tespit edilebilenler. Çünkü G8 ülkeleri “ticari güvenlik” bahanesiyle, yaptıkları zirvenin sonuçları hakkında ne basına ne de hükümet dışı organizasyonlara herhangi bir bilgi vermedikleri gibi işbirliğine de yanaşmıyorlar. Durum böyleyken protestoların neden her zirvede sokaklara döküldüğü kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Dünyadaki kaynaklardan eşit yararlanma, geniş bir ölçüde yaşanan insan hakları ihlallerinin durdurulması ve insan haklarına saygı, eşit gelir dağılımı, sağlık, güvenlik ve eğitim hakkında eşit faydalanma, uluslararası silah ticaretinin kontrolü, yeraltı kaynaklarının ve madenlerin kullanımı için çıkan çatışmaların durdurulması ve bu bölgelerden yapılan ticaretin kontrolü ve yoksul ülkelere ait borçların silinmesi, kısacası sosyal adaletin küresel düzeyde temin edilmesi vs. Tüm bunlar protestolar sırasında dillendirilen talepler. Bunları talep eden protestoculara gelince, daha 1966’da Marcuse’nin dediği gibi: “Protestoları sürecektir çünkü bu yaşambilimsel bir zorunluluktur.”
HAKAN ATAMAN
(Radikal Gazetesi Arşivinden tüm yazılarını ara)
http://www.radikal.com.tr/ek_sayfa.php?ek=r2&ek_tarihi=08/06/2003