Bu yazı 26.01.2002 tarihinde Zaman Gazetesinin Yorum sayfasında yayınlanmıştır.
Olağanüstü koşullarda, özellikle devlet ve kamu güvenliğini tehdit eden silahlı çatışmalar veya saldırılar göz önüne alındığında “Sivil haklar ve özgürlükler mi yoksa güvenlik mi?” sorusu sıkça dillendirilen bir probleme tekabül eder. Soru etik ve politik açıdan felsefi bir tartışmayı barındırdığı gibi, devletler hukuku açısından da cevaplandırılması gereken önemli bir problemdir.
Bugüne kadar hükümetler, bizde de çok yakın bir zaman önce ifade edildiği üzere “devletin bu gibi durumlarda olağan uygulamaların dışına çıkabileceği” tezini savundular ve savunmaya da devam edeceklerine dair pek çok kıyamet–i alamet mevcut. İnsan haklarıyla güvenliği, bütün gayr–ı meşruiyetine rağmen, birbiriyle çatışan kutuplar olarak gören bu anlayış, en temel insan haklarının ihlaline yol açan keyfi ve yasal uygulamalara verimli bir zemin hazırlamakta.
Talihsiz 11 Eylül trajedisi ve sonrasında yaşananlar tüm bunların somut birer göstergesi. Hükümetler tarafından 11 Eylül’de yaşanan saldırılar, insan haklarının, özellikle mültecilerin korunmasına daha da fazla zarar verecek şekilde bir mazeret olarak kullanılmakta. Öte yandan bu durum, hükümet karşıtı silahlı güçlerin zulmünü keskinleştirdiği bir bahane haline getirilmekte. Keyfi gözaltılar, yargısız infazlar, bombalı saldırılar, işkence ve kötü muamele, intihar saldırıları, ırkçı saldırılar, hareket, ifade ve örgütlenme özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar derken, adaleti sağlama endişesi yerini intikama bıraktı.
Oysaki, adaleti temin etmek intikam almak demek değildir. Nitekim, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği saldırıların hemen akabinde yapmış olduğu toplantıda şöyle diyordu: “İnsan yaşamına gerçek saygı adaleti korumakla birlikte gerçekleşmelidir. Terörizm kurbanlarına ve onların kederli ailelerine en iyi sonucu adaleti temin etme görevimizi yerine getirerek sağlayabiliriz, intikamla değil.” Geçtiğimiz dört ay boyunca yaşananlar adaleti sağlamak bir yana, korumaya ve geliştirmeye çalıştığımız insan haklarını alabildiğine tehdit ediyor. Hükümetlerin yürürlüğe koyduğu ulusal anti–terör yasalarıyla haklarımız eskisine oranla daha da fazla risk altında.
Anti–terör yasaları ve riskler
ABD’de gerçekleşen saldırıları takiben, pek çok ülke benzer saldırılardan kendi nüfuslarını koruyabilmek amacıyla, anti–terör yasaları olarak da bilinen yeni güvenlik önlemlerine başvurdu. Söz konusu önlemler içinde en fazla dikkati çekenler ABD ve İngiltere’de yürürlüğe girdi. ABD’de “Vatanseverlik Yasası” 26 Ekim 2001’de yürürlüğe girerken, İngiltere Parlamentosu 19 Kasım’da sunulan “Anti–Terörizm, Suç ve Güvenlik Yasa Tasarısı”nı geçtiğimiz 17 Aralık günü kabul etti. Böylece özgürlük ve demokrasi ülkeleri olarak bilinen her iki ülkede de, insan hakları ihlalleri için yasal bir zemin üzerinde kapılar ardına kadar açılmış oldu.
Çıkarılan yasaların olumsuz etkileri sadece ABD ve İngiltere ile sınırlı kalmayacakmış gibi görünüyor. Zira, 11 Eylül’den bu yana karşımıza çıkan hak ihlallerinin bilançosu dünyanın her yerinde korkunç boyutlara ulaşmış durumda. Sadece ABD’de 1.100’den daha fazla insan keyfi bir şekilde gözaltına alınmış durumda. Müslüman bir din adamı ve akademisyen olan Dr. Mazen Al–Najjar gibi gözaltına alınanların çoğu ABD vatandaşı olmayan kişilerden oluşuyor. 300’den fazlası “terörizm” ile suçlanıyor. 104’ü değişik federal suçlardan dolayı gözaltında. 40 değişik ülkeden gelen ve kimliği belirlenemeyen 548’den fazla insan göçmen yasalarını ihlal etmekle suçlanmakta.
Mısır’da yasaklanan İslamcı gruplara sempati duyduğundan ya da üye olduğundan şüphelenilen binlerce kişi hiçbir suçlama ya da yargılama olmaksızın gözaltında. Bazıları 10 yıldan daha fazla bir süredir aynı konumda. Çin’de ise uluslararası düzeyde “terörizme” karşı başlatılan savaş, mevcut baskının meşrulaştırılması için kullanılmakta. Muhalif gruplar “bölücü”, “terörist” ya da “aşırı dinci” suçlaması ile karşı karşıya. 11 Eylül’den bu yana, özellikle de Müslüman bir grup olan XUAR’lar üzerinde yoğun bir baskı var. Zambiya’da ise bir freelance gazetecisi ve muhalif parti üyesi olan Frederic Mwaza’nın üç ay boyunca gözaltında tutulduğu ve daha sonra hiçbir suçlama olmaksızın bırakıldığı rapor edilmekte. Ayrıca, güvenlik güçlerinin artan bir oranda kötü muamelesi söz konusu. Malezya’da muhalif parti liderleri ve yakınları, işkence ve kötü muamele şikayetlerinin olduğu keyfi gözaltılara maruz kalmakta. Mevcut güvenlik yasası, hiçbir suçlama olmaksızın 60 gün boyunca tecrit gözaltısına izin veriyor. İsrail’de “bomba koyma” senaryosu yeniden hortladı. Senaryo, gözaltındaki Filistinlilere karşı fiziksel ve psikolojik baskı yapma olanağı veren sorgulama metotlarını meşrulaştırmak için kullanılıyordu. 1999’da İsrail Yüksek Mahkemesi bu metotları kanundışı ilan etmişti. Ancak, mahkemenin kararı söz konusu metotların olağanüstü hallerde kullanılabileceği kaydını taşıyordu. Zimbabwe hükümeti, gazetecileri ve bağlı bulundukları gazeteleri “terörist asistanı” ilan etti. Adı geçen gazetelerin içinde ABD merkezli Associated Press, Güney Afrika gazetesi olan Business Day bulunduğu gibi, The Guardian, The Daily Telegraph, The Times of London gibi İngiliz gazeteleri de bulunuyor. Malezya’da Dahili Güvenlik Yasaları kapsamında gözaltına alınanlar için Habeas Corpus ilkesi keyfi bir şekilde yorumlanarak anlamsızlaştırılıyor. Türkiye’de tecrit gözaltısından işkence ve kötü muamele sesleri yükseliyor.
Ne yazık ki, hükümetlerin güvenliği temin etmek için harcadığı tüm bu çabalar, uluslararası hukuk kurallarına, özellikle de insan haklarını korumak için düzenlenmiş uluslararası zorunluluklara bağlı kalmak konusundaki başarısızlıklarını gösteriyor. Oysaki, insan hakları ve güvenlik, birbirleriyle çatışan kutuplar olmaktan çok, birbirleriyle paralel giden unsurlardır.
İnsan hakları olmadan güvenlik olmaz
Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde ve diğer uluslararası insan hakları standartlarında yer alan haklar evrensel, vazgeçilmez ve devredilmez niteliktedir. Üstelik, hükümetlerin bu hakları geliştirmeleri ve korumaları için uluslararası düzeyde zorunlulukları vardır. Hepsinden önemlisi insan hakları zaten kişilerin güvenliğini garanti altına almak ve korumak amacını taşır. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 3. maddesi şöyle der: “Herkesin yaşama, özgürlük ve kişisel güvenlik hakkı vardır.” Benzer şekilde, uluslararası insani yasalar olarak da bilinen uluslararası insan hakları hukuku kişilerin can ve mal güvenliğini garanti altına alan yasalardır. Bu yasalar silahlı çatışmaların ortasında dahi geçerlidir.
1949 tarihli dört Cenevre sözleşmesi ve bunların 1977 tarihli iki ek protokolü savaş kurallarını kanunname biçiminde düzenlemiştir. Her dört Cenevre sözleşmesinde de yer alan ortak 3. madde dahili çatışmaları da kapsayacak şekilde düzenlenmiştir ve hükümetler kadar hükümet karşıtı silahlı politik grupları da kapsar. Buna göre görevini bırakmış kamu görevlileri de dahil olmak üzere, silahsız sivillere saldırmak, işkence etmek, esir almak ağır bir insanlık suçudur. Ayrıca, sözleşmenin 1. ek protokolü, silahsız sivillere saldırıyı bir suç saydığı gibi, sivil yerleşim merkezlerine, ibadethanelere, kültürel alanlara ve hastane, yiyecek–içecek deposu gibi temel ihtiyaç alanlarına saldırılmasını da ihlal olarak nitelendirmektedir.
O halde şimdi sormak gerekiyor, insan haklarını koruyup yüceltmek yerine, ayaklar altına alıp çiğnemek niye? Öyle sanıyorum ki bu sorunun cevabı iktidar kavramında yatıyor. Jacques Mourgeon’un da belirttiği gibi “İktidar, doğası gereği kişiye ve kişinin ayrıcalıklarına engeldir.” Michel Foucault’un ifadesiyle ise “iktidar her yerdedir”. Ancak ona karşı direniş de öyle!
HAKAN ATAMAN