İnsan hakları ve güvenlik ikilemini aşmanın yolları

08.03.2007

Yılmaz Ensaroğlu (*)

Bu ikilemi aşmada en önemli güç, tamamen masum olduğunu söyleyemeyeceğimiz, pek çok hata yapan ve hatta çoğu kez bu bürokratik yönetim geleneğiyle bütünleşen siyaset kurumudur. Siyasete her şeye rağmen sahip çıkmalı ve savunmalıyız. Çünkü, biz insan hakları savunucularının tek muhatabı siyasettir 

Son yıllarda insan haklarıyla güvenlik arasında bir gerilim olduğundan sıkça söz edilmektedir. Aslında güvenlik de bir insan hakkı olduğuna göre, teorik olarak böyle bir gerilimin olmaması gerekir. Ne var ki, güvenlik dendiğinde bireyin değil, devletlerin güvenliği daha çok akla gelmektedir. Devletlerin güvenliği ile hak ve özgürlükler arasında bir gerilim olduğu da çokaçıktır. Tarih boyunca devletler, güvenlik gerekçesiyle insan haklarını kısıtlamışlar ya da insan hakları ihlallerini güvenlik gerekçesiyle meşrulaştırmaya çalışmışlardır. Nihayet bu gerilim, savaş sonrası dönemde, büyük bir bölümüne Türkiye’nin de taraf olduğu insan hakları belgeleriyle bir düzenlemeye tâbi tutulmuştur.

Tüm devletler gibi Türkiye Cumhuriyeti devleti de, öncelikle kendi güvenliğini ve çıkarlarını gözetmekte ve yaşadığımız tüm sorunlara güvenlik ve çıkar penceresinden bakmaktadır. Güvenlik gerekçesiyle Türkiye, yıllar yılı olağanüstü rejimlerle yönetilmiştir. Olağanüstü rejimler, insan hakları ihlallerinin daha çok yoğunlaşmasına, kolaylaşmasına ve süreklileşmesine yol açmaktadır. Ancak Türkiye’de olağanüstü rejim, büyük ölçüde olağan rejim haline dönüştürülmüştür; istisna ve geçici olmaktan çıkarılıp, kural haline getirilmiş ve sürekli kılınmıştır. Örneğin cumhuriyetin ilan edilmesinden olağanüstü hal yönetiminin kaldırıldığı günlere kadar geçen yaklaşık 80 yıllık sürenin neredeyse 41 yılında olağanüstü yönetim usulleri uygulanmıştır. Yine, 1923-1987arasındaki 64 yıllık sürenin yaklaşık 26 yılı sıkıyönetim altında geçmiştir.

Mevcut düzeni “tahrip” edecek bir “tehdit”in var olduğu gerekçesiyle kitlelere dayatılan olağanüstü rejimin amacı, esasen bir korku toplumu yaratmaktır ve bu da büyük ölçüde başarılmıştır. Dört yanımızın düşmanlarla çevrili olmasına ilaveten, bir de sürekli olarak öncelik sıralamasıdeğiş(tiril)en iç düşmanlarla mücadele etmek zorunda olduğumuza inanmamız istenmektedir.

İnsan haklarının korunmasında en önemli mekanizma olan yargının Türkiye’de temel işlevi, insanın haklarından çok rejimin çıkarlarını ve güvenliğini korumaktır. Buna ek olarak Türkiye’de yargı yetkisinin istisnai kullanımı da süreklileştirilmiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında İstiklal Mahkemeleri, 27 Mayıs darbesi sonrasında Yassıada Mahkemesi, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden hemen sonraki dönemlerde daha yoğun olmak üzere on yıllarca hükmünü sürdüren Sıkıyönetim Mahkemeleri, on binlerce politik muhalifi cezalandırmıştır. Sonra bu mahkemeler, özel öncelik ve imtiyazlarla donatılarak Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) adıyla süreklileştirilmiştir. AB’ye uyum adına DGM’lerin sadece tabelaları kaldırılmıştır; görev ve işlevlerini hem de aynı kadrolarla Ağır Ceza Mahkemelerinde sürdürmektedirler.

CEZA YARGILAMASI HUKUK DEVLETİNE ENGEL

Öte yandan Türkiye’de ceza yargılaması ve idari yargı alanlarında yaşanan çift başlılığın, yargıç bağımsızlığı ve güvencesinin sağlanmasının ve hukuk devletinin gerçekleşmesinin önünde en büyük engel olduğu sıkça belirtilmektedir. Çünkü ceza yargılaması alanında adli ceza mahkemeleri ve askeri mahkemeler, görev konuları aynı olmasına rağmen farklı kuruluşlara sahip kılınmışlardır. Aynı şekilde her iki yargı alanının başında iki ayrı yüksek yargı organı vardır; Yargıtay ve Askeri Yargıtay. Bu durum yargılama birliği ilkesini ortadan kaldırmakta; doğal, bağımsız ve güvenceli yargıçlar önünde yargılanma ilkesini yok etmektedir. Kaldı ki sivil yargıçların ne kadar bağımsız ve güvenceli oldukları dahi tartışmalıdır.

Benzer bir iki başlılık idari yargı alanında da yaşanmaktadır. Danıştay’a rağmen 12 Mart Askeri Muhtırasının ardından, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi kurulmuştur. Sayın Ümit Kardaş’ın çok isabetle belirttiği gibi, eğer bu mahkeme bir hukuki mantığa ve ilkeye dayanıyorsa, beşyüz binden fazla personeli olan Milli Eğitim Bakanlığı’nın idari işlem ve eylemlerine ilişkin davalara bakmak için bir Eğitim Yüksek İdare Mahkemesi’ne; aynı şekilde İçişleri Bakanlığı’nınidari işlem ve eylemlerine ilişkin davalar için de İçgüvenlik Yüksek İdare Mahkemesi’ne de ihtiyacımız var demektir.

GÜVENLİK BÜROKRASİSİ VE YARGI SORUNLU

Kuşkusuz özgürlük ve güvenlik gerilimiyle ilgili tüm sorunlar, güvenlik bürokrasisi ve yargıdan kaynaklanmamaktadır. Türkiye’de egemen bürokratik yönetim geleneği ile siyaset arasındaki ilişki de insan haklarını önemli ölçüde etkilemektedir. Türkiye’de insan hakları sorunları, büyük ölçüde bu yapı ve işleyişin ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Sivil ve siyasi haklara ilişkin talepler, bürokrasinin çizdiği çerçeveyi aşamamaktadır; bu yönetim geleneğinin gölgesindeki siyaset de bu çerçeveyi kıramamaktadır. Özgürlük, bu ayrıcalıklı kesimin konumunu tehdit eden bir ilke olarak, bu yönetim geleneğinin düşman olarak algıladığı bir ilkeyi ifade etmektedir. Siyasi, dini, etnik, kültürel vebenzeri hak talepleri, hep bu duvara çarpmaktadır. Muhalefette iken birbirinden farklı olan siyasi partiler, iş başına geldiklerinde, bu yapı onları kendine(ya da birbirlerine) benzetmekte, seçim programlarındaki insan haklarına ilişkin vaatler, hükümet olduklarında “devlet gerçekleri”ne tâbi kılınmaktadır.Bu çatışmada, kesinlikle tamamen masum olduğunu söyleyemeyeceğimiz, pek çok hata yapan ve hatta çoğu kez bu bürokratik yönetim geleneğiyle bütünleşen siyaset kurumu, her şeye rağmen önemlidir ve savunulmalıdır. Çünkü insanhakları sorunlarını dile getirmenin, sorunları tartışmanın ve diyalogun mümkün olabildiği, insanların hiç değilse bir oyluk değerinin olduğu, seçilmişyöneticilerin topluma karşı iyi-kötü sorumluluğunun bulunduğu tek zemin, siyaset zeminidir. İnsan hakları savunucuları olarak bizim muhatap alabileceğimiz, sorumlu tutabileceğimiz kurum, siyaset kurumudur. Siyaset kurumunun baskı altında olması, onun insan hakları ihlallerinden sorumluolmadığı anlamına gelmiyor ama unutmayalım ki karakolda Filistin askısını bulup teşhir edenler TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu üyeleridir; bu sopayıküçümseyen ve görmememizi isteyen de bürokrasidir. Kısacası siyaset, hem farklı düşünce ve taleplerin yönetime yansımasına izin veren bir mekanizma olması, hem kısmen topluma karşı sorumluluğunun sağlanmış olması, hem de ülkemizdeki bürokratik yönetim geleneğinin her zaman gönüllü olmayan bir parçasını teşkil etmesi bakımından önemlidir. Dolayısıyla siyaset, devletin insan haklarına dayalı hale getirilmesi çabasında hem sahiplenilmesi, hem de kıyasıya eleştirilmesi gereken bir kurumu ifade etmektedir. Bu yüzden de siyasetin bürokratikleşmesine ve terörün, şiddetin özgürlüklerimizi ve güvenliğimizi gölgeleyemeyeceği, insan hakları ve adalet üzerine bina edilmiş bir ülkeyi nasıl kurabileceğimize kafa yormalıyız.

* İnsan Hakları Ortak Platformu (İHOP) Yürütme Kurulu Üyesi

Bu yazı daha önce 27.02.2007 tarihli Yeni Şafak Gazetesinde yayınlanmıştır. http://www.yenisafak.com.tr/yorum