İnsan Hakları Gündemi Derneği önceki başkanı Dr. Günal Kurşun, Mezopotamya Ajansından gazeteci Berivan Altan ile yasalardaki geniş tanımlamalar, yargıdaki pratikleri, Anayasa tartışmaları ve insan hakları krizine dair röportaj gerçekleştirdi.
Türkiye’de “2911 sayılı gösteri ve yürüyüş kanununa muhalefet” dahi artık tutuklama gerekçeleri arasında. Bu durum AKP döneminde Ceza Kanunu’nda yapılan değişikliklerin yansıması olarak değerlendirilebilir mi?
Her dönem belli gruplar zarar, zulüm görüyor. Dönem dönem bunlar değişiyor. Bazen grubun adı değişiyor ama akıbeti hiç değişmiyor. Bu arada şunu söyleyeyim; Kürtler mesela her dönem zarar gören gruplardan biri. 2002 yılına kadar İslami hassasiyeti olan insanlar resmi ideoloji tarafından ötekileştirilip, ikinci sınıf vatandaş muamelesi görürlerdi. 2002 yılında AKP’nin iktidara gelişiyle bu durum değişir gibi oldu. Değiştiğini de söyleyebiliriz. 2002-2005 yılları arasında bana bu soruyu sorsaydınız çok farklı bir yanıt verirdim. Çünkü o dönemlerde Ceza Kanunu, Ceza Muhakemesi Kanunu ve Ticaret Kanunu’nda yapılan düzenlemelerde insan haklarına dayalı reformist atmosfer söz konusuydu. Ama 2005-2006 yılları sonrasından bu yana insan hakları alanında ileriye doğru atılmış herhangi bir adımla karşılaşmadık.
2010 yılında itibaren de geriye doğru atılan adımlarla karşılaşıyoruz. Özellikle LGBT hakları, kadın hakları gibi alanlarda geriye doğru gidiş başladı. 2016 yılından itibaren de zaten koptu gitti artık, hukuk devletinden çok fazla söz edebilmeye imkân kalmadı. Bu geçtiğimiz macerada hukuk gerçekten iktidarın muhaliflerini dövmesi, hırpalaması ötekileştirilmesi için bir araç oldu.
Bu değişim ve dönüşümler konjonktürel miydi?
Terörle Mücadele Kanunu’ndaki ‘terör’ tanımı dünyadaki en geniş tanımlarından biridir. yapılan değişikliklerle veya yorumlarla öyle bir hal aldı ki artık herhangi bir şeyin ‘terör fiili’ kabul edilmesine imkan verir duruma geldi.
Aynen öyle oluyor. Bu değişimlerin en çok yaşandığı iki alan var; bir tanesi Devlet İhale Hukuku. 250-300 kere falan değişti. Kime, hangi gruba, müteahhide kazandırılmak isteniyorsa ona göre önceden ihale mevzuatında bir değişiklik oluyor ve o gruba gidiyor.
İkincisi de Ceza Hukuku konusunda bu değişimi görüyoruz. Yani 250-300 kere değişmedi ama 1926 tarihli 765 sayılı Türk Ceza Kanunu (TCK) vardı. 2005 yılında yürürlükten kaldırıldı. Bu kanun 1926-2005 yılları arasında tam 72 kere değiştirildi. Eski kanunu 72 kez değiştirilmesini eleştirirdik ancak 2006 yılında yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK yürürlüğe girdiği tarihten bugüne kadar 63 kez değiştirildi. Bu sayı ceza hukuku sistemiyle adeta çocuk oyuncağı gibi oynandığını gösterir nitelikte. Ceza hukuku bunu kaldırmaz, ceza hukuku daha statik bir alan olmak zorunda. Ceza hukukun kendi içinde şüphesiz bir dinamizmi vardır çünkü hayat devam ediyor, yeni suç fiilleri ortaya çıkıyor. 20 yıl önce ‘teknolojik suçlar’ adı altında diye bir şey yoktu. Bugün bunu konuşuyoruz ve ceza kanunlarında buna ilişkin maddeler de var. Bu kendi içindeki dinamizmidir ancak keyfe göre, sizin hoşunuza gitmeyen herhangi bir şeyi suç fiili kabul etmek, bu iktidara has bir durum oldu.
Mesela Terörle Mücadele Kanunu’ndaki ‘terör’ tanımı dünyadaki en geniş tanımlarından biridir. Önceden de TMK yürürlükteydi, o zaman da eleştiriyorduk ama yapılan değişikliklerle veya yorumlarla öyle bir hal aldı ki artık herhangi bir şeyin ‘terör fiili’ kabul edilmesine imkan verir duruma geldi. Bunlar son derece tehlikeli, toplumsal barışımızı da kökünden sarsan ve tehdit eden bir noktadadır.
Bu neden kaynaklanıyor?
Türkiye’de ise terör tanımı o kadar geniş tutulmuş durumda ki ‘Kürtçe dil kursumuzun damı akmaktadır, bu işten anlayan bir arkadaş aranıyor’ diye bir ilanı sosyal medyadan verseniz, hakkınızda ‘terör örgütüne yardım yataklıktan’ hemen iddianame yazılabilir.
Uluslararası hukukta da ‘terör’ tanımlanmış değil. Ülkelerin de üzerinde anlaştığı bir ‘terör’ tanımı yok. Birisine göre ‘terörist’ olan, bir başkasına göre ‘kurtuluş savaşçısı’ ya da ‘bağımsızlık savaşı’ yürüten birisi oluyor. Bu sebeple uluslararası insan hakları literatüründe zaten herhangi bir yapı için terör terimi çok nadiren kullanılır. Bunun yerine örneğin Uluslararası Af Örgütü, kendi terminolojisinde ‘terör örgütü’ demez, ‘silahlı muhalif grup’ demeyi tercih eder. Terör tanımına yüklenen ideolojik anlamla ilgili ve uluslararası örgütler çok o tartışmaya girmek istemiyorlar.
Türkiye’de ise terör tanımı o kadar geniş tutulmuş durumda ki ‘Kürtçe dil kursumuzun damı akmaktadır, bu işten anlayan bir arkadaş aranıyor’ diye bir ilanı sosyal medyadan verseniz, hakkınızda ‘terör örgütüne yardım yataklıktan’ hemen iddianame yazılabilir. Neden? Çünkü savcılar ‘Terör örgütü de Kürtçeyi savunuyor, sen de Kürtçeyi savunuyorsun. Demek ki terör örgütünün amacını savunuyorsun’ biçiminde iddianame hazırlıyorlar.
Eskiden ‘Ya olur mu böyle bir şey, ne kadar garip’ diyorduk ama artık demiyoruz. Bunlar artık vaka-i adiyeler oldu, sıklıkla karşılaşan bir durum haline dönüştü.
Söylediklerinizden ‘terör’ kavramının iktidarlar tarafından bir manipülasyon aracına dönüştürüldüğünü anladım.
Bu biraz da devlet olmakla alakalı. Her devlet bunu yapıyor. İRA söz konusu olduğu zaman İngiltere de Kuzey İrlanda’daki ayrılıkçı durumdan ötürü orada geniş bir terör tanımı kullandı. Aynısını merkezi İspanya hükümeti, ETA ve BASK bölgesinin bağımsızlığını tanıyan örgütler konusunda yapardı. Türkiye’de de durum çok farklı değil ama son 5-6 yılda gördüğümüz şey, iktidardan olmayan her kesimin terörize edilmesi ve terör yaftalamasıyla karşı karşıya kalmasıdır. Yani iktidarın ‘ya bizden olursun ya da teröristsin’ biçiminde akıl yürütmesi var.
Bunu en son Boğaziçili öğrenciler durumunda Sayın Cumhurbaşkanını ağzından duyduk. Onlar Türkiye’nin en yüksek puanını alarak, üniversite kazanan öğrencileri ama hiç tereddüt etmeden ‘terörist’ diye yaftalayabiliyorlar. Bu işte bir gariplik var, gariplik olmak zorunda. FETÖ dedikleri örgüt, 250-300 bin üyeli bir ‘terör örgütü’ ile karşı karşıyayız! Gerçekten 250 bin üyesi varsa bir terör örgütünün bence devleti yönetenlerin bırakıp gitmesi lazım. Böyle devlet olmaz. Türkiye’de bunlarla karşılaşılabiliyor. Bu gariplikler de artık o kadar sıradanlaştı ki, kimse şaşırmıyor.
Son yıllarda tutuklanan birçok siyasetçinin, gazetecinin, yazarın tutuklanma gerekçelerinde Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 100’üncü maddesi ile karşılaşıyoruz. Bu madde Türkiye’de nasıl uygulanıyor?
CMK 100’üncü maddede ‘tutuklama koruma tedbiri’ düzenleniyor. Bu koruma tedbirinin niteliği itibariyle suçun delilleri henüz toplanmamışsa, delillerin sağlıklı toplanabilmesi açısından birtakım tedbirler alınması gerekiyorsa, bunları kapsayan bir yapı. Hukuk Fakültesi birinci sınıfından itibaren ‘özgürlükler esastır, özgürlükleri kısıtlama istisnadır’ düşüncesi öğretilir. Tutuklama koruma tedbirlerinin en şiddetlisidir. Çünkü insan özgürlüğünü sınırlayan bir sonuç doğuruyor ve istisna olarak başvurulması gerekir. Ama Türkiye’de yine öyle olmuyor. Bizim eski 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu (CMUK) vardı. CMUK’ta iki tane temel tutuklama nedeni vardı. Bunlardan bir tanesi ‘kişinin kaçma olasılığı’, diğeri ‘delileri karartma olasılığı’.
2006 yapılan düzenleme ile oluşturulan CMK’deki 100’üncü madde de iki temel tutuklama sebebi muhafaza edilerek, ek olarak ‘katalog suç’ nedeni de ekledi. Bu katalog suç olarak nitelendirilecek bir liste hazırlandı ve bu listede belirtilen suçlar söz konusuysa tutuklama nedeni var sayılabilir hükmünü getirdi ama dikkat edin ‘varsayılabilir’ diyor, ‘varsayılır’ demiyor. Bunu bizim sulh ceza hakimlerimiz nasıl anladı? ‘Varsayılır’ biçiminde anladı. Dolayısıyla o katalog suçlarda yer alan suçu gördükleri an, otomatikman tutuklama sebebine dönüştü ve tutuklama kararını hemen yapıştırdılar.
Sulh Ceza Hakimliği artık hakimlik müessesi olmaktan çıkıyor mu?
Ne yazık ki Türkiye’de sulh ceza hakimleri, hakimlik yapmıyorlar. Aslında doğrusu onlara sulh ceza görevlisi demektir. Çünkü benim görebildiğim kadarıyla tamamen emir-komuta zinciri çerçevesinde faaliyet gösteren bir yapıya dönüşmüş.
Bu müessese bana göre artık hakimlik müessesesi değil. Ne yazık ki Türkiye’de sulh ceza hakimleri, hakimlik yapmıyorlar. Aslında doğrusu onlara sulh ceza görevlisi demektir. Çünkü benim görebildiğim kadarıyla tamamen emir-komuta zinciri çerçevesinde faaliyet gösteren bir yapıya dönüşmüş.
Bunları bizim yargımızın yapısal problemleri ve konuşmak zorundayız. Bir şeylerin düzelmesini istiyorsak buralardan başlamalıyız. Türkiye çağdaş bir yargı yapısına kavuşacaksa, gerçek anlamda bir reform buralardan başlayarak olacak. Geldiğimiz noktada tutuklamanın peşinen bir cezalandırma aracı olarak kullanıldığını, asıl amacı olan ‘koruma tedbiri’ amacını bütünüyle kaybettiği gibi bir tablo ile karşı karşıyayız.
En sık karşılaştığımız bir diğer mesele de ‘kuvvetli suç’ şüphesi kavramı. Nedir bu şüphenin tanımı ve uygulamada nasıl bir durumla karşı karşıyayız?
Tutuklama tedbirine başvurulması için AİHM’e göre, ‘makul şüphe’ kriteri var. Ceza Muhakemesinde şüphe çeşitli kademelerde değerlendirilir. Merdivenin basamakları gibi düşünebiliriz. Merdivenin birinci basamağında basit şüphe var. Bir yerde 4 kişi var ve biri çantasının çalındığını belirtiyor. Otomatikman diğer üç kişi şüpheli konumuna gelir (cüzdanı başka bir yerde düşürmüştür, başka bir şey olmuştur bunlar ayrı) ve Cumhuriyet Savcısı soruşturmayı başlatmak üzere ihtiyaç duyduğu şüphe basit şüphedir. Bunun üstünde yeterli şüphe yer alır. Elimizdeki mevcut delil durumuna göre şüphelinin suçu işlemiş olma olasılığı işlememiş olma olasılığından daha yüksekse, bir başka deyimle ‘yüzde 51 bu kişi yaptı’ diyorsak, yeterli şüphe söz konusudur. Yine CMK’ye göre, kamu davasını açabilmek için ihtiyaç duyulan minimum gerekçe için ‘yeterli şüphe’ varsa, dava açılabilir. Son olarak da merdivenin en üst basamağında ‘kuvvetli suç’ şüphesi yer alıyor.
AİHM’e göre makul şüphe tanımı ise, bu işleri hiç bilmeyen bağımsız bir kişinin (sanık, müdafisi ve savcılık dışında) mevcut delillerle ‘bu suçu bu kişi işlemiştir’ demesi gerektiğini vurgular. Bizdeki tutuklama kararlarına baktığımız zaman bunun kilometrelerce uzağında olduğumuzu görüyoruz. Bu söylediğim akıl yürütmelerin hemen hemen hiç birisinin yapılmadığını görüyoruz. Tamamen kâğıt üstünde birbirinin bütünüyle aynı tutuklama paragrafları ile karşı karşıya kalıyoruz.
‘Kaçma şüphesi’nin oluşması için hangi durumlar gereklidir?
Türkiye’nin çağdaş hukukla kurduğu ilişkinin tekrar masaya yatırılması gerekiyor. Bu ülke gerçek anlamda hukuk devleti mi olacak? Hukukun küçük bir ayrıntıya dönüştüğü çok da önemsenmediği bir Ortaçağ ülkesi mi olacak? Buna karar vermek gerekiyor.
Ne yazık ki ‘kaçma şüphesi’ olduğuna ilişkin gerekçelere baktığımız da hukuki hiçbir tatmin edici argümanla karşılaşamıyoruz. Bunun için şöyle kanıtlar gerekir; yurtdışına gitmek için hazırlık yapmış olmak, pasaportun yenilenmesi ve vize başvurusunda bulunması gibi. Selahattin Demirtaş bir milletvekili ve yargılamanın siyasi olduğunu deyim yerindeyse sağır sultan duydu. Türkiye’nin çağdaş hukukla kurduğu ilişkinin tekrar masaya yatırılması gerekiyor. Bu ülke gerçek anlamda hukuk devleti mi olacak? Hukukun küçük bir ayrıntıya dönüştüğü çok da önemsenmediği bir Ortaçağ ülkesi mi olacak? Buna karar vermek gerekiyor.
Büyük Ada Davası’nda ‘gizli tanık’ beyanlarıyla tutuklandınız. Bugün Türkiye’de birçok dava dosyasında da ‘gizli tanık’ beyanlarıyla karşılaşıyoruz.
Gizli tanık ilk ortaya çıktığı günden bu yana eleştirildi. Bu müessese son derece sınırlı kullanılması gerekirken, neredeyse siyasi yönü bulunan her davada, örgütlü suçların tümünde kullanılan bir araç haline dönüştürüldü. Gizli tanığın yapısal olarak ortaya çıktığı ülke İtalya’dır. İtalya’da mafyatik yapıyla mücadele çerçevesinde ortaya çıktı. Benim de yargılandığım Büyük Ada Davası’nda, cezaevinde iken bir yayın grubunun orkestrasyonuyla karalama kampanyasına maruz kaldık. Bütün bunların dayanağı ise bir gizli tanığın beyanıydı. Gizli tanık beyanında havuzun kenarındaki bir odanın açık kapısından lavaboya giderken 30 saniyede içerde yaptığımız sakıncalı konuşmaları duyduğunu anlatmış. O kapı zaten tüm toplantı boyunca açıktı. Çünkü biz gizli bir toplantı yapmıyorduk. Ayağımızda sandalet ve şortlarla neyin gizli toplantısını yapacağız. ‘Bu sakıncalı konuşmalar ne?’ dediğimizde tam bir yanıt yok. Ancak 30 saniyede duyduğu şeylerle 4 sayfa ifade vermiş. Bunlara gülüyoruz. İşte gizli tanık meselesi böyle şeyler için kullanılan bir hal almış durumda. Gizli tanık yargılama sırası ve sonrasında da sorgulanamıyor. Gerçekten öyle bir kişi var mı, yok mu belli değil. Bunlar bizim yargımızın kalitesini düşüren faktörler. Bu düzeyde gittiği sürece Türkiye yargısına hiçbir zaman güven duyulmayacak.
Yargıdaki bu durumun çözümü nedir?
Hukuk küçük bir ayrıntı değildir. Hukuk bir kişinin, bir zümrenin ya da birkaç kişinin ne istiyorsa onu öyle yaptırma sanatı da değildir. Hukuk bir haklar bütünüdür. Sizin hoşunuza gidenler kadar, gitmeyenlerin hakkını korumanın, savunmanın da bir yoludur. Bu düşünceye inanmadığınız sürece Türkiye’nin ilerleme kaydetmesine imkan yok.
Son hakimlik, savcılık sınavından bir önceki sınav mülakatında ‘1917 tarihi sana neyi hatırlatıyor?’ diye bir soru sorulmuş. Bu soruya ‘Rus Devrimi’ yanıtını verirsen kaybedersin. Çünkü asıl cevap Alparslan Türkeş’in doğum tarihi yanıtıdır. Bu aslında adaya ‘senin siyasi görüşün nedir? Siyasi görüşüne göre seni hâkim veya savcı yapacağız’ demektir. ‘Sen bizden misin, değil misin?’ diye daha açık sorsalar daha dürüst bir sınav olur. Bu yargı yapısıyla Türkiye’nin bir yere gidebilmesine imkân yok.
Şöyle bir hukuk düzeni hayal edebiliyor muyuz; 1. Asliye Ceza Mahkemesi’nde türbanlı bir yargıç, 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde transseksüel bir hâkim görev yapıyor. Bunu artırabiliriz, 3 numarada da bir Kürt. Ama öyle asimile olan bir Kürt değil, göğsünü gere gere Kürt olduğunu söyleyen biri görev yapıyor. 5 numarada Roman, 6 numarada Ermeni daha da arttırabiliriz. Gerçek anlamda böyle bir yargı kurgulanabilirse, ben ancak kendimi o zaman yargıya emanet edebilir, verdiği karardan emin olurum. Verdiği karar ne olursa olsun kabul edebilirim. Çünkü bilirim ki karşımdaki kişi siyasi parti torpiliyle ya da ilçe başkanının yazısıyla hâkim yapılmadı. Onun o kürsüde olmasının tek sebebi iyi bir hukukçu olmasıdır. Bu mülakat sınavlarını kaldırır, yazılı iyi bir sınav kurgular, soruları çaldırmazsanız, insanlar iyi hukukçu olduğu için bir yerlere gelirler. Bu o kadar zor değil. Bakış açınızı değiştirirseniz bu sorunları çözmek 15 dakika sürer.
Hukuk küçük bir ayrıntı değildir. Hukuk bir kişinin, bir zümrenin ya da birkaç kişinin ne istiyorsa onu öyle yaptırma sanatı da değildir. Hukuk bir haklar bütünüdür. Sizin hoşunuza gidenler kadar, gitmeyenlerin hakkını korumanın, savunmanın da bir yoludur. Bu düşünceye inanmadığınız sürece Türkiye’nin ilerleme kaydetmesine imkan yok.
TCK ve CMK’de Kürtler nerede duruyor?
Bir beyaz Türk olarak yanıtlarsam Kürtler, Cumhuriyet’in başından beri her dönem dayak yiyen, ötekileştirilen, zulüm gören bir topluluk ve halk. Kürtçeyi bir dil, Kürtleri bir halk olarak kabul etmedikten, Türkiye’nin ana unsurlarından olarak görmedikten sonra herhangi bir şeyin çözülebilmesine imkan yok. Kürtler, Türkler, Ermeniler, Rumlar, gayrimüslimler, Romanlar, Aleviler, Sünniler tüm kimlikleri alt alta sayın, bunların hepsinin gerçek anlamda kabul edildiği bir düzen kurgulamak zorundayız. Bu da hakikaten demokratik yöntemle oluşturulmuş, çağdaş normlara dayanan bir Anayasa metniyle mümkündür.
* Siyasi iktidar yeni anayasa çıkışında bulundu, her kesimden açıklamalar var.
Bence gündem değiştirme çabası ama bunlar Türkiye’nin yeni bir anayasaya olanca ihtiyacını gölgelemiyor. Bizim her şeyden önce demokratik bir anayasaya ihtiyacımız var. Bu anayasada ilk olarak Türkiye’nin yönetim sisteminin belirlenmesi lazım.
Nasıl?
Başkanlık sistemi çok tartışıldı. İster başkanlık, ister parlamenter isterse de yarı başkanlık sistemi olsun her üç sistem de dünyada uygulamaları olan ve kendilerini ispatlamış sistemlerdir. Üçünün de kurallarını uygularsanız iyi sonuçlar alırsınız. Ama sizde kuralları uygulama niyeti olacak. O kuralları baştan kurguluyor, kendinize göre bir sistem yapıyorsanız ve yahut sistemin hiçbir kontrol noktasını kendi aleyhinize sonuç doğurmayacak şekilde kurgularsanız, sistemin gerçek mahiyetinin açığa çıkmasına imkan sağlanamaz.
Türkiye’de senelerce parlamenter sistem uygulandı. ‘Parlamenter sistemden netice alamadık, başkanlık sistemine geçelim’ dendi. Türkiye’de hiçbir zaman parlamenter sistem uygulanmadı. Hiçbir parlamenter sistemde Cumhurbaşkanı’nın yürütmeye ilişkin yetkileri bu kadar arttırılmış değildir. Parlamenter sistemde Cumhurbaşkanı çok daha sembolik yetkilere sahiptir. Cumhurbaşkanı, Cumhuriyet Bayramı’nda halkı selamlar. Federal Almanya Cumhurbaşkanı’nın adını biliyor muyuz? Hayır, çünkü sembolik. Günün birinde Almanya’ya bir Cumhurbaşkanı giderse onu karşılar, el sıkışır, hepsi budur. Ama hepimiz Angele Merkel’in adını biliyoruz. ‘Almanya’nın yöneticisi kimdir’ dediğimiz de herkes adını bilir. Parlamenter sistemi kurallarıyla uygulatmayan bizdik. Dolayısıyla oyunu kurallarına göre oynamayınca oyundan şikâyet etmeye hakkımız yok. Tıpkı başkanlık sistemine geçtikten sonra başkanlık sisteminin kurallarını uygulamadığımız gibi.
Amerikan Başkanı Donald Trump’ın bu hafta azledilmesi oylaması gündeme gelecek. Bu Türkiye bakımından düşünülebilir mi? Düşünülemez hatta düşünülmesi teklif dahi edilemez. Amerikan Başkanlık sisteminde yer alan kontrol mekanizmalarının hiçbirisi Türkiye’deki başkanlık sisteminde uygulanmış değil. Türkiye’de uygulanan başkanlık sistemi olmuyor. Türk tipi bir sistem ya da başkancı bir sistemdir. ‘Yarın bundan da verim alamadık, yarı başkanlık sistemine geçelim denilecek’ onu söyleyenler de kendine göre bir yarı başkanlık sistemi kurgulayacak. Halbuki yarı başkanlık sisteminin unsurları Fransa’da kuruludur. Bunlar için yeni baştan kıtaları keşfetmeye gerek yok.
Gelinen süreçte sadece Türkiye’de değil, dünyanın bir çok yerinde başta yaşam hakkının yok sayıldığı bir insan hakları krizi yaşandığını belirtiliyor. İnsan hakları savunucusu olarak bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?
Evet, insani kriz dönemi var. Dünya 21’inci yüzyılda bir kriz içerisinde yaşıyor. Pandemi koşullarında sağlıkla ilgili çok büyük krizler görülüyor ancak haklar ve insanların yaşam hakları konusunda ciddi bir kriz söz konusu. Uluslararası insan hakları yapıları buna doğru düzgün bir yanıt verebildi mi? Başta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) olmak üzere ne yazık ki kötü bir sınav verildi. AİHM bugün geldiğimiz noktada çoğunlukla yakıcı sorunlar konusunda deyim yerindeyse ‘topa girmeyen’, belli tartışmaların içine girmek istemeyen, çekingen kararlar alan bir mahkeme görünümünde. AİHM, Türkiye’de adil yargılanma olmadığı yönünde kararlar veriyor ve mahkûm ediyor. Ancak AİHM’de adil yargılanma yapılıyor mu? Makul sürede yargılanma hakkına riayet ediliyor mu? AİHM’e bugün gönderdiğiniz bir dilekçe en erken 8-9 ay sonra ele alınabiliyor. Benim insan haklarım ihlal edildi diye açtığınız dava en erken 2,5-3 sene sonra neticelenecek. AİHM’e gitmeden Türkiye’de belli bir mesafe kat etmek gerekiyor. Bugün bir yargılama önce ilk derece mahkemesi, istinafı, Yargıtay ve AYM’ye bireysel başvuru ardından AİHM tarafından kabul görüyor. İşin sonunda netice almanız en hızlı koşullarda 10 yıl sürüyor. İnsanın ömrü 70-80 yıl olduğu düşünülürse 10 yılı yargı mücadelesiyle harcamak zorunda kalıyor. Bunlar adil değil. Çok daha net hızlı sonuç veren, adil mekanizmalar kurgulamamız gerekiyor. Bugüne kadar gerçekleşmedi. Ancak bundan sonrası için çok daha hızlı, adil mekanizmalar kurgulanabilir.
Bu mekanizmalar için insan hakları savunucuları ne yapmalı?
İnsanın doğumundan ölümünden sonrasına kadar insan hakları ilişkisi devam ediyor. Başka bir yapı kurgulamak mümkün. Bunun içinde insan hakları mücadelesine çok daha fazla kafa yormak gerekiyor. Çok daha fazla kişinin, insan hakkı savunucusu olmasına ihtiyaç var. Türkiye’de özellikle çok daha fazla insanın düşünce üretmesine, insan haklarını talep etmesine ihtiyaç var. İnsanlar çok daha fazla hakkını talep ederse daha fazla hakka sahip olacaktır.
Avukat Orhan Kemal Cengiz ile birlikte “Ceza Avukatının İnsan Hakları El Kitabı”nı kaleme aldınız. Kitapta, “Suç haberi alındığı aşamadan, AİHM önünde verilen nihai karara kadar geçen bütün aşamalar tek bir hukuk sisteminin değişik parçalarıdır” tespiti yer alıyor. Bu kitapla hukukçulara nasıl bir kaynak oluşturmayı hedeflediniz?
Ben Ceza Muhakemesi Kanunu’nu, arkadaşım Cengiz de AİHM ve AYM bölümlerini hazırladı. Kitabın kapağında dostumuz olan ve katledilen Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi yer alıyor. Bu fotoğraf Oslo’da bir duvara çizilmiş oradan aldık ve kitabı da Tahir Elçi’ye ithaf ettik. Hukuk Fakültesi birinci sınıftan itibaren hukukçulara dikte edilen bir şey vardır; İç hukuk ayrı bir alan, uluslararası hukuk ayrı bir alan biçiminde. Bu hukukçuların kafasında hep ayrı iki alan olarak kurgulanıyor. Aslında öyle iki ayrı bir hukuk yok, Tek bir hukuk alanı var. Ceza hukukundan bahsediyorsak, suç haberinin alındığı an itibariyle başlıyor. AİHM’den alınan karara kadar monolog bir hukuk bütününden söz ediyoruz. Bunu tek parça biçiminde hukukçular algılamalı. Suç haberini aldığımız ilk andan itibaren AİHM’i düşünerek, ona göre eylem ya da işlemlerde, mahkemeden taleplerde bulunmamız lazım. En baştaki aşamayı da göz önünde bulundurarak, hukukçular AİHM’deki davayı düşünerek hareket etmeli. Türkiye’deki hukuk pozisyonu ile AİHM hukuk pozisyonu ve algısı farklıdır. İç hukukta bir şey elde edilemez denilen birçok davada AİHM ‘ihlal’ kararı veriyor. Türkiye’den bir şey çıkamayacağına inanan herkesin AİHM’de görülecek davayı inşa edecek eylemlerde ve taleplerde bulunması gerekir.
Meslektaşlarınız kitaba nasıl ulaşacak?
Bu kitabı ücretsiz olarak meslektaşlarımıza göndereceğiz. Gönderemediğimiz meslektaşlarımız için de pdf linkini İnsan Hakları Gündemi Derneği internet sayfasından paylaşacağız. Kitaba ulaşamayan meslektaşlarımız oradan indirerek, yararlanma fırsatı bulacak.