Türkiye’nin Dini Azınlıkları

Türkiye ve AB arasındaki yakınlaşma Aralık ayında Türkiye’nin tarih almasıyla yeni bir mecraya girecek gibi görünüyor. Ancak, üyelik için tarih almış bir Türkiye’nin sorunları artık mercek değil mikroskop altında incelenmeye başlanacaktır. Avrupa Türkiye ile entegrasyona girmek için partnerinden ciddi yapısal değişimler geçirmesini talep edecektir. Türkiye büyük bir reform sürecinden geçiyor olsa da, insan hakları alanında yapısal ve kemikleşmiş sorunlarını aşmak için daha çok gayret göstermek durumunda. Ben kendi adıma, bu süreçte üç sorunun, Türkiye’nin çok canını sıkacağını; bu konularda mütemadiyen eleştiri oklarını üzerine çekeceğini düşünüyorum.

Üç eleştiri hedefi
Bunlardan birincisi göreli olarak boyutlarını bildiğimiz, malum “işkence” sorunudur. İkincisi dozu giderek artan eleştiriler alacağımız, örgütlenme ve barışçıl gösteri özgürlüğü sorunudur. Üçüncü ve bu yazının konusunu oluşturan diğer sorun ise, boyutlarıyla mukayese edildiğinde farkındalığın çok düşük olduğu “dini azınlıklar meselesi”dir.

Türkiye’de dini azınlıklar, bu azınlıkların canlarını en çok yakan, güncel sorunlarıyla gündeme geliyor. Örneğin, cemaat vakıflarının mal edinme konusundaki güçlüklerini, Türk Protestanların ibadet yeri açma konusundaki sorunlarını v.d duyuyoruz. Bu dile getirilen rahatsızlıklardan hareketle, çözüm yolları araştırılıyor ve uyum paketleriyle sorunlar giderilmeye çalışılıyor. Ancak nasıl ki, sadece hastanın rahatsızlıklarını tanımlama biçimine dayanılarak teşhis ve tedavi gerçekleştirilemez ise, burada da, sadece dini azınlıkların yakınmalarından hareketle çözüm getirilmeye çalışılması, karaciğer kaynaklı bir kaşıntıyı alerji ilacıyla iyileştirmeye çalışmaya benziyor. Kaşıntı hafifliyor, ama sorun tam olarak anlaşılmadığı için, bir süre sonra ister istemez tekrar nüksediyor.

Türkiye’nin dini azınlıklar sorununun pek çok farklı veçhesi bulunuyor. Ancak temel sorun kategorilerine bakılacak olur ise, sorunun birinci ayağını Türkiye’nin yaptığı azınlık tanımlamasının oluşturduğu görülür. İkincisi, dini yapıların birer kurum olarak tanınmaması ve üçüncüsü de gerekli düzenlemelerin esnek hukuki enstrümanlar kullanılarak yapılmasıdır.

Temel kriterler
İnsan hakları hukukunun geçirdiği evrim sonucunda, kimin azınlık kimin çoğunluk olduğu bu kişilerin tabiyetinde bulundukları devletin iradesinden bağımsız olarak bazı objektif ve sübjektif kriterlere bağlanmıştır. Objektif unsurlar, söz konusu grubun nüfusun diğer kesimlerinden sayıca az olması ve farklı etnik, dinsel v.d özelliklere sahip olmasıdır. Sübjektif unsur ise bu grupların kendi kültürlerini, dinlerini korumak yönünde örtülü bile olsa bir irade göstermeleridir. Dolayısıyla da bu objektif ve sübjektif kriterleri taşıyan bir grup kendisini azınlık olarak tanımladığında, bu kişilerin tabi bulundukları devletin onları nasıl tasvir ettiğinin bir önemi kalmamaktadır. Türkiye ise, azınlıklar söz konusu olduğunda Lozan antlaşmasına atıfta bulunmakta, ancak bu antlaşmayı da alabildiğine dar yorumlamaktadır. Lozan antlaşmasında hiçbir ayırt edici ibare kullanılmaksızın, “gayrimüslimler”den söz edilmesine rağmen, Türkiye sadece Rum, Ermeni ve Yahudi’lerin azınlık olduğunu, Türkiye’de başkaca bir azınlık bulunmadığını beyan etmektedir. Türk eşittir Müslüman gibi, açıkça dile getirilmemiş bir formülü temel alan bu yaklaşım dini azınlıkları, etnik/ırksal temelden hareketle tanımlamak gibi anlaşılması zor bir tutum geliştirmiştir. Hal böyle olunca, Süryaniler, Türk Protestanlar v.d hukuken tanınmayan gruplar olarak ortaya çıkmaktadır. Bu gruplar, Müslüman olmamaları nedeniyle çoğunluğa dahil olmadıkları gibi, Lozan antlaşmasının kapsamı içinde kabul edilmemeleri nedeniyle de hukuk aleminin dışında kalmaktadırlar. Dolayısıyla da, bu gruplar için kolektif kimliklerini öne sürerek hak talebinde bulunmak, hakların sujesi olmak imkan dahilinde bulunmamaktadır.

Tüzel kişilik
Türkiye’deki gayrimüslimlerin sahip oldukları diğer önemli bir sorun da, kendilerinin bile farkında olmadıkları, tüzel kişiliklerinin bulunmaması sorunudur. “Lozan azınlıkları” zaman zaman bu tüzel kişilik sorununu anıştıran şeyler söylese de, daha ziyade üzerinde durdukları patrikliğin resmen tanınmamasıdır. Oysa tüzel kişilik sorunu dini liderlerin tanınmasını fazlasıyla aşan bir sorundur. Burada söz konusu olan cemaatin tabi olduğu dini kurumun hükmü şahsiyetinin bulunmaması meselesidir. Azınlık vakıflarının haklarını geliştirerek bu sorunu aşmak pek mümkün görünmüyor. Türkiye’deki laiklik anlayışı dinin devlet tarafından ölçüsüz bir şekilde kontrol edilmesi üzerine inşa olduğundan, dini kurumların kendilerine özgü birer tüzel kişiliğinin bulunmaması bir sorun olarak bile görülmemektedir. Durum böyle olunca da, dini kurumların ibadetleri, toplantıları, yardım toplamaları, kendi din adamlarını yetiştirmeleri, mezarlık açmaları, çok farklı amaçlar için konulmuş farklı farklı yasalara tabi bulunmaktadır. Dini kurumların Avrupa ülkelerinde olduğu gibi tanınması halinde bütün bu eylem ve işlemlerin bu tüzel kişilik çerçevesinde gerçekleştirilmesi söz konusu olacaktır.

Yasa yerine yönetmelik, yönerge
Üçüncü sorun; temel hak ve özgürlüklerin, kolay değiştirilebilen, esnek hukuk enstrümanlarıyla düzenlenmesi ve pek çok alanda bırakılan boşlukların idarenin tasarruflarıyla doldurulmasıdır. Yine aynı şekilde, yasalarla verilen hakların kapsamı yönetmeliklerle daraltılmaktadır. Gerek azınlık vakıflarının mal edinmelerini düzenleyen ve gerekse yeni ibadet yerleri açılmasını düzenleyen uyum yasalarının kapsamı çıkarılan yönetmeliklerle daraltılmış bulunmaktadır. Türkiye’de “ayrımcılığı” yasaklayan ve ayrımcı uygulamaları yaptırımlara bağlayan hukuki bir mevzuatın bulunmaması da yakın gelecekte ciddi bir sorun olarak ortaya çıkacaktır.

Çözüm için
Dini azınlıklar konusunda kalıcı çözümlere ulaşılması isteniyorsa, soruna ilişkin bütüncül bir yaklaşım geliştirilmesi, sorunları sadece mağdur anlatımlarından hareketle tasvir edip çözümler bulmaya çalışmak yerine, AB üyesi ülkelerdeki hukuk ve uygulama örneklerine bakılması gerekmektedir. İspanya, Portekiz gibi ülkelerin kendi ülkelerindeki dini gruplarla diyalog içinde geliştirdikleri modeller Türkiye için de zihin açıcı ve sürdürülebilir alternatifler ortaya koyabilir. Ancak süratle girişilecek işlerden birisi de Lozan antlaşmasına ilişkin olarak getirilen, daraltıcı yorumlardan vazgeçilmesidir. Türkiye 80 yıl sonra, Lozan antlaşmasının nasıl uygulanacağını gösteren bir yasa çıkararak çözüm yönünde çok ciddi bir adım atabilir. Bu yasada, keyfi yorumları engellemek için tüm gayrimüslim yurttaşlarımızın etnik/milli kökeni ne olursa olsun kapsam içinde görüldüğü açıkça belirtilmeli, gayrimüslimlerin dini kurumları (Kilise, Havra) ayrı birer tüzel kişilik olarak düzenlenmelidir. Yani dernek, vakıf v.d dışında, “dini kurum” adı altında yeni bir tüzel kişilik yaratılmalı ve bu dini kurumların tüm sosyal ve hukuki ilişkileri bu tüzel kişilikle bağlantılı bir şekilde düzenlenmelidir. Gayrimüslim vatandaşlarımızın kamu görevlerine atanmasına engel olan yazısız yasalar derhal ortadan kaldırılmalı; “ayrımcılığın önlenmesi mevzuatı” yürürlüğe konmalıdır. “Azınlık yaratma suçu” gibi, insan haklarıyla bağdaştırılması oldukça zor olan hukuki düzenlemeler yasalarımızdan ayıklanmalıdır. Gerçekten de Türkiye’deki azınlıklar bile, hukuki bir kimlik olan azınlık kavramı altında anılmak istemiyorlar. Unutulmamalıdır ki, bir devletin/toplumun ne kadar demokratik olduğu, çoğunluğa değil azınlığa, özdeşleşebildiğine değil kendisine benzeşmeyene nasıl davrandığıyla ölçülebilir. Geçmişiyle hesaplaşıp, azınlıklarına yaptığı yanlışların vicdani muhasebesini yapabilen ve bu gün de azınlıklarına tüm haklarını tanıyabilen bir Türkiye, kendine çok daha güvenli, çok daha demokratik bir toplum olma yönünde devasa bir adım atmış olacaktır.

ORHAN KEMAL CENGİZ
Bu makale Radikal gazetesinin 27 Mayıs 2004 tarihli nüshasında yayınlanmıştır.