13.10.2009
İşte tam da bu veya buna benzer durumlar için yeni Türk Ceza Kanun’un (TCK) 27/2 maddesiyle getirilen bir düzenleme, insan haklarını ihlal eden güvenlik güçlerini cezadan bağışık tutan bir düzenlemeye dönüştü. Düzenleme, “meşru müdafaada/yasal savunmada sınırın aşılması mazur görülebilecek bir heyecan, korku ve telaştan ileri gelmesi” durumunda sanığa ceza verilemeyeceğini öngörüyor.
Yargının tarafgirliği
Yargıtay Ceza Genel Kurulu (YCGK) Siirt’te basın açıklaması yapan grup içinden bazı kişilerin askeri bir aracı taşlaması üzerine, uzman çavuşun silahını kalabalığa doğru seri şekilde ateşleyerek bir kişinin ölümüne neden olmasını yukarıda anılan meşru müdafaaya ilişkin hüküm kapsamında değerlendirdi. Diğer bir ifadeyle yargı, mesleği silah kullanma, savunma ve silahlı çatışma olan bir askerin zırhlı bir aracın içinde iken gün ortasında birkaç taş fırlatan kalabalığı tarayıp adam öldürmesini “mazur” gördü. Yargının bu şekilde uzman çavuşu aklaması kamuoyunda haklı tepkilere yol açtı. Aslında bu kararla öteden beri var olan ama hak ettiği kadar tartışılamayan yargının “tarafgirliği” sorunu bir kez daha gözler önüne serildi. Son yıllarda yargının “bağımsızlığı ve tarafsızlığı” sorunu bağlamında yargının “tarafsızlığı” konusu giderek daha çok öne çıkan bir konu olmaya başladı.
Peki, yargının tarafgirliği nerede ve nasıl tezahür ediyordu? Diğer bir ifadeyle yargı önüne gelen bir uyuşmazlığı çözerken neyin tarafı veya karşısında duruyor, hangi saiklerin etkisinde tarafsızlığını yitiriyordu? Hukukçu Orhan Gazi Ertekin, “Yargı kararlarında milliyetçilik ve ırkçılık” başlıklı makalesinde yargıdaki temel sorunu, “Türkiye’de hukukun, hukuksal faaliyetin, yalnızca Türklüğe dayanılarak ve Türklük temel alınmak suretiyle üretilmesine ilişkin olan bir sorun…” diye ifade etmişti. Tarihsel olarak güçlü bir hukuk ve adalet kültürünün de bulunmadığı Türkiye’de, resmi ideoloji veya kişisel görüş ve kanaatlerinin etkisi altında neredeyse her gün adaletsiz kararlar üretiliyor. Yargıtay içtihatlarını dikkatli bir gözle incelediğinizde, milliyetçi ve ırkçı düşüncelerin etkisi altında verilmiş pek çok benzer kararı saptamanız güç olmayacaktır.
Yargı hep mazur gördü
Birkaç yıl önce tahta sopalarla yapılan bir saldırıya karşılık silahını ateşleyerek birden çok kişinin ölümüne neden olan müvekkilimi savunma hazırlığı için Yargıtay içtihatlarını tararken, “Silahsız da olsa saldırgan kişilikleri oldukları anlaşılan maktullerin yoğun saldırısı yasal savunma /meşru müdafaa hakkı doğurur” başlıklı bir içtihadı görünce nihayet davamda emsal gösterebileceğim bir içtihat bulduğumu düşünerek sevinmiştim. Siirt’te uzman çavuşu aklayan Yargıtay’ın aynı dairesinin (Birinci Daire) “ürettiği” içtihadı okuyup metinin sonuna geldiğimde utanç ve öfke ikilemi içinde kalmıştım. İstanbul’un orta yerinde sadece kendi anadillerinde/Kürtçede efkârlanıp türkü söylediği için iki Kürt vatandaş aynen Siirt’teki uzman çavuşta olduğu gibi bir polis memurunun silahından peşpeşe çıkan kurşunlarla can vermişti. Yerel mahkeme polis memurunun eylemini “zaruretin tayin ettiği sınırı aşma” şeklinde değerlendirerek cüzi bir cezayla yetinmişse de Yargıtay Birinci Dairesi, Kürtçe türkü söyleyenlerin “saldırgan kişilikleri” gerekçesiyle, polis memuru tarafından seri şekilde ateş edilerek öldürülmelerini meşru müdafaa sınırları içinde görmüş, polis memurunun beraatına hükmetmişti.
Karar aynen şöyleydi: “Olay günü mesai sonu, arkadaşı Ramazan Akar ile karşılaşan sanığın (polis memuru) adı geçen kişi ile Avcılarda bulunan Seyisoğlu adı ile bilinen Lokantaya gittiği, bir masaya oturup sipariş verdikleri, daha önce bu lokantaya gelmiş bulunan maktul (ölen) ve arkadaşlarının bir başka masada oturdukları sırada, maktullerden Kemal Karatay’ın ses sanatkârından mikrofonu alarak Kürtçe şarkı söylediği, şarkının bitiminden sonra bir ara Kemal Karatay’ın sanığın masasına giderek, sanığın da mensubu bulunduğu Emniyet Teşkilatına küfrettiği ve hakaretamiz sözler sarf ettiği, sanığın hadise çıkmaması için maktullerin (ölenlerin) masasında oturan Hüseyin Cansızdan, Kemal Karatay’ı almasını rica ettiği, müşterilerin de araya girip doğan tatsız havayı yatıştırmak istediği sırada, maktul Ali Haydar Alpdoğan’ın bıçakla sanığın masasına yürüdüğü, diğer maktul Kemal Karatay’ın da sandalye ile sanığa vurup onu yere düşürdüğü, kalkmak isterken darbelerin devam etmesi sonucu silahı ile ateş etmeye başladığı, önce sandalye ile vurmakta olan maktul Kemale ateş edip kaçmak isterken, diğer maktulün de sandalye ile üzerine gelmekte olduğunu görünce ateş edip onu da öldürdüğünün’ kabul edilmesi; maktuller ve arkadaşlarının dosya içeriğinden açıklıkla anlaşılan saldırgan kişilikleri, sanığın birden çok kişinin aynı anda bıçaklı ve sandalyeli saldırısına muhatap olması, uğradığı saldırının yoğunluğu karşısında hedef seçerek ateş ettiğinin kesinlikle belirlenememesi, ateş etmeye başlamasına rağmen maktullerin saldırılarılarına devam ettiğini görünce ardı ardına ateş etmesinin doğal karşılanması gerektiği göz önünde tutulduğunda, sanığın yasal savunma /meşru savunma şartları içinde hareket ettiği ve savunmada aşırılığa kaçmadığının kabulünde zorunluluk bulunduğu halde sanığın cezalandırılmasına karar verilmesi yasaya aykırıdır.” (1. CD. 23. 12. 1992, 2807/2966)
Asıl tehlike adaletsizlik
1992 yılı koşullarında, İstanbul’da müzikli bir mekânda, iki Kürt vatandaş hem mikrofondan Kürtçe şarkı söyleyecek hem de üniformalı polis görevlisine ve mensubu bulunduğu Emniyet Teşkilatı’na küfredecek, yetinmeyip polise bir de bıçakla saldıracak. Buna kargalar bile güler mi bilmiyorum ama yukarıdaki metni dikkatlice incelediğinizde bıçakla polis görevlisinin üzerine yürüyen maktuller sandalye ile vurdukları (!) halde polis görevlisinde aynen Siirt’teki uzman çavuşta olduğu gibi bir yara bere de yokmuş. Sanığın mensubu olduğu Teşkilat tarafından yapılan soruşturma sonunda polis memurunun savunmasını maddi gerçeğin kendisi kabul eden yüce Yargıtay, Kürtçe türkü söylediği için kızıp küfreden, tartışma sırasında silahını art arda ateşleyip iki masum insanı oracıkta öldüren polis görevlisini aynen Siirt’teki çavuş gibi mazur görmüş.
Yargı yıllardır işkence, yargısız infaz gibi politik niteliği bulunan insan haklarının ağır ihlallerinde sorumlulara dokunmazken, hemen her gün kamuoyunun dikkatinden uzak, çoğu kere sıradan uyuşmazlıklarda, imkânları sınırlı ve sesini kamuoyuna duyuramayan insanlarla ilgili adaletsiz kararlar veriyor. En büyük tehlike de gizli ırkçılık saikiyle sıradan insanların maruz kaldığı adaletsizliklerdir.
*Avukat, Diyarbakır Barosu
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetay&ArticleID=957716&Date=04.10.2009&CategoryID=42