ORHAN KEMAL CENGİZ *
Eğer bir engelleme olmaz ise, Türkiye Ergenekon davası üzerinden yüzyılın hesaplaşmasını yaşayacak. İktidar olmak ve iktidarda kalmak için her türlü manipülasyonu yapmayı, acımasızca insanlara kıymayı doğuştan kazanılmış bir hak olarak gören İttihatçı mantık Türkiye’de yargı önüne çıkabildi! Kürtler kendi Ergenekonlarıyla karşılaşmaya hazırlar mı?
Geçtiğimiz hafta bu gazetede Neşe Düzel’in itirafçı Abdülkadir Aygan ile yaptığı röportajı ibretle okuduk. Aygan, JİTEM’de geçirdiği dokuz yılı oldukça detaylı bir şekilde anlattı. Aygan’ın ağzından dinlediğimiz öyküdeki gaddarlık ve gözü dönmüş pervasızlık insanın kanını donduracak nitelikte… Böyle bir durumda, eğer bir sekteye uğramaz ise, Ergenekon davası JİTEM’i de içine alarak ilerleyecek; JİTEM üzerinden Susurluk ve Ergenekon birleşecektir. Dava sonunda Türkiye’nin “Berlin Duvarı”nın tamamen yerle bir olduğuna tanık olacağız.
Ancak ben bu yazıda Aygan’ın röportajında, fonda bir aksesuar olarak kalan, konuşmanın değişik yerlerinde tekrarlanıp duran fevkalade önemli bir detayı ve onun yarattığı çağrışımları irdelemek istiyorum. Aygan PKK’dan neden ayrıldığını açıklarken örgüt içindeki yargısız infazlara değiniyor. Arkadaşlarının gözleri önünde nasıl öldürüldüğünü anlatıyor. “Hain” kabul edilen kişinin nasıl bir kenara ayrıldığını ve daha sonra da, militanlarda nasıl bir histeri yaratıldığını resmediyor. Aygan’ı okurken yıllar önce Londra’da elime geçen bir PKK broşürünü okurken nasıl tüylerimin diken diken olduğunu hatırladım.
CEZALANDIRILAN “UNSURLAR”
Broşürde kullanılan jargon nedeniyle ilk önce tam olarak ne anlatıldığını anlayamamıştım. Ancak yazıyı birkaç defa okuduktan sonra ne olduğunu anladım ve anladığım şey epey bir midemi bulandırmıştı. Yazı mealen şöyle bir şeyler söylüyordu: “Unsur olduğundan şüphelenilen X uygulamaya alınmış, uygulamaya dayanamayarak hayatını kaybetmiştir. Aradan geçen zaman zarfında X’in unsur olmadığı anlaşıldığından itibarının iadesine karar verilmiştir.” Yazıyı birkaç defa okuduktan sonra anlamını çözmüştüm: X’in Türk Devleti hesabına çalışan bir “ajan” (unsur) olduğundan şüphelenen PKK, onu “işkenceli bir sorguya” (uygulama) alıyor, adamcağız işkenceye dayanamayarak hayatını kaybediyor. Meğer adamın böyle bir görevi yokmuş, o nedenle de itibarının iadesi kararlaştırılıyor!
Bu bildiriyi okuduğum sıralarda, köy yakma, gözaltında tecavüz, faili meçhul cinayetler gibi olayların, kısacası Aygan’ın anlattığı JİTEM uygulamalarının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde yapılan yargılamalarında mağdur avukatlığı yapıyor; Ergenekon’un icraatlarına birinci elden tanık oluyordum… Bu davalar Türk derin devletinin ultrasonunun çekildiği davalardı. Ama tıpkı Aygan’ın ifadesinde zuhur ettiği gibi, bu davalarda da PKK’nın zihniyet haritası silik bir silüet olarak kendini gösteriyordu. Kürt köylülerinin, Türk derin devletiyle PKK arasında nasıl sıkıştığını görebiliyordunuz. Mesela Akdıvar Davası’nda hem PKK’nın ve hem de jandarmanın yaktığı bir köyde olanları ele alıyorduk…
O dönem tanıdığım vicdanlı Kürt aydınları PKK’nın kendi içinde gerçekleştirdiği infazların inanılmaz boyutlarda olduğunu, örgütün kendi militanlarına ve insanlarına karşı nasıl bir gaddarlık sergilediğini anlatıyorlardı.
DÜŞMANINA BENZEMEK
Ama sanırım PKK’nın mücadele ettiği JİTEM ve Türk derin devletiyle benzerlikleri bu “infazcı” mantıkla sınırlı değil. PKK’nın “gerilla savaşının” dışına çok rahat bir şekilde çıkabildiğini; sokak ortasına bomba koymak gibi, hangi standartla ele alırsanız alın, “terör” kabul edilecek eylem biçimlerini çok rahat bir şekilde uygulayabildiğini hepimiz biliyoruz. Kürt sorununa barışçıl çözüm isteyen Kürt aydınları Türk derin devletinin olduğu kadar PKK’nın da hedefi ve kanlı suikastlarının kurbanı oldular. Yine çok yakın zamanlarda değerli Kürt aydınlarının PKK tarafından nasıl tehdit edildiklerine hepimiz tanık olduk. Yıllarca çarpışan düşmanların bir süre sonra birbirlerine benzemeye başladıkları bilinen bir gerçektir. Ama belki de burada başka bir soru daha sormak gerek: Acaba Türk derin devletiyle PKK arasındaki benzerlikler bahsettiğimiz bu “arızî” kesişmelerin çok ötesine geçiyor olabilir mi? Hatta benzerliklerin ötesinde bir dayanışmanın, dirsek temasının varlığından söz etmek mümkün müdür? Türk derin devletiyle PKK arasındaki simbiyotik ilişki; varlığını sürdürmek için sürekli krize, sürekli düşmana ihtiyaç gösteren o bildik politik karşılıklı bağımlılığın ötesine geçiyor olabilir mi? Tuncay Güney 2000 yılında verdiği ifadede bugünkü Ergenekon yapılanmasını olanca çıplaklığıyla anlatıyor. O ifadelerin sekiz yıl gibi bir süreyle Emniyet’in ve daha kimbilir hangi kurumların tozlu raflarında kalabilmiş olması inanılır gibi değil. Tüm Ergenekon iddianamesinde olduğu gibi, Tuncay Güney’in ifadeleri de her türlü çarpıtma ve sulandırmadan nasibini aldı. Dava ve ifadeler görmeye hazır olmadığımız bir hakikati gözümüzün içine sokuyor. Kendimizi bildik bileli kendimize söylediğimiz büyük yalanları aynada yüzümüze çarpıyor. Hazmetmesi gerçekten zor!
Tuncay Güney’in ifadelerine ilişkin küllî reddiyeci savunma reflekslerini bir kenara bıraktığımızda, bu ifadede üç tür bilgi olduğunu görüyoruz. Bunlar; 1)Tuncay Güney’in ilk elden tanık oldukları, 2)Duydukları, 3)Fikir yürütme sonucunda yaptığı çıkarımları. Yine ifadelerin kendi içinde bir tutarlılığı olduğunu ve Ergenekon dosyasındaki diğer tanıklıklarla (aşağıdaki hikâye de dahil) desteklendiğini görüyoruz. Şüphesiz ki, bu ifadeler tek başına kat’i bir delil niteliğinde değildir. Ama ifadeleri okuduktan sonra benim kafamda pek çok şeyin yerli yerine oturduğunu söylemek durumundayım. Güney’in Susurluk’tan, Sabancı suikastına, Ergenekon’un mafya bağlantılarından terör örgütleriyle ilişkilerine kadar anlattığı pek çok olay var. Ama anlattığı bir olay var ki, Türk ve Kürt Ergenekonlarının işbirliğini ortaya koyuyor.
Uğur Mumcu öldürüldüğünde en revaçta olan teori, Mumcu’yu İran gizli servisinin öldürdüğü yönündeydi. Çok uzun yıllar bu tür mavraları dinledik. Kandırılmaya bu kadar açık bir toplum olunca kandıracak birileri de her zaman bulunabiliyor. Tuncay Güney, Mumcu ve Bitlis suikastlarına ilişkin olarak şu ana kadar duyduğum en inandırıcı açıklamayı getiriyor. Ergenekon, Kırıkkale Silah Fabrikası’ndan alınan, TürkSilahlı Kuvvetleri’nin envanterine ait silahları Barzani veTalabani’nin yanı sıra PKK’ya da (6.000 adet) teslim eder. Mumcu bunu haber yapmak üzere olduğu için, Eşref Bitlis de bu kanlı ticarete karşı olduğu için öldürülür. Cinayetlere ilişkin değerlendirme Güney’in kendi çıkarımı. Ama ifadelerinden gördüğümüz kadarıyla silah teslimatı işinin bizzat tanığı durumunda. Güney ifadesinin değişik yerlerinde Veli Küçük ve PKK arasındaki değişik ilişkileri de defaatle anlatıyor.
ERGENEKONLARLA HESAPLAŞMAK
Yazının en başında söylediğim gibi, eğer bir engelleme olmaz ise, Türkiye Ergenekon davası üzerinden yüzyılın hesaplaşmasını yaşayacak. İktidar olmak ve iktidarda kalmak için her türlü manipülasyonu yapmayı, acımasızca insanlara kıymayı doğuştan kazanılmış bir hak olarak gören İttihatçı mantık Türkiye’de yargı önüne çıkabildi! Kürtler kendi Ergenekonlarıyla karşılaşmaya hazırlar mı? İnsanı araçlaştıran, amaca ulaşmak için her türlü aracı mubah gören bu mantıkla hesaplaşmaya hazır mı Kürtler? DTP hazır mı? Yoksa Kürtlerin kendi Ergenekonlarıyla hesaplaşma isteksizlikleri, Türk Ergenekonu’nun katlettiği binlerce Kürt’ün hesabını sormak fırsatını kaçırmamıza mı neden olacak?
Ergenekon’la hesaplaşmasını bitiremeyen bir Türkiye’de kimseye huzur olmadığını düşünüyorum. Aynı şekilde kendi Ergenekonlarıyla karşılaşmaya cesaret edemeyen Kürtler için de hiçbir yerde huzur yok. İster Türkiye’yle ister başka bir ülkeyle yollarına devam ediyor olsunlar!
*Hukukçu-Yazar/ orkece@yahoo.com
http://www.taraf.com.tr/haber/27404.htm