Babalar, Oğullar ve Türban

Aslında pek çok sorun, bir başka açıdan bakıldığında, kendisinden daha büyük imkanları içinde barındırır. “Türban” meselesi de öyle…

Sorunları “değerler ve ilkeler” üzerinden değil de “güç dengeleri” üzerinden tartıştığımız için hiçbir yere ulaşamıyoruz. Yani kimin neyi niye söylediğinin hiçbir önemi yok; önemli olan hangi gücü kendinizde vehmettiğiniz ya da “tabular” deposundan hangisini bir el çabukluğuyla çıkarıp ortaya koyduğunuz.

Bitip tükenmek bilmeyen türban tartışmalarına bir bakın. Bir değer ya da ilkeyi savunan görebiliyor musunuz? “Kamusal alanda türban takılamaz”! Neden? “Ülkemizin hassas dengelerine dikkat edin”! Neden bütün dengelerimiz bu kadar hassas? Gerçekten bir dengemiz var mı? Tartışmanın diğer tarafı da gündemlerinde türban gibi bir meselenin olmadığını söylüyor.

Sayın Ahmet İnsel Radikal 2’deki bir yazısında bu çatışmayı kamusal alana hükmetme savaşı olarak nitelendirmişti; “laikçi” ve “İslamcı” kesimlerin meseleye yaklaşımındaki benzerliği son derece açık bir biçimde ortaya koymuştu. Türkiye’deki pek çok benzeri çatışmada olduğu gibi; “babanın” ve ona isyan eden “oğulun” aynı dille konuştuğunu aynı otoriter yaklaşımları benimsediğini görüyoruz. Türkiye, baskı yapıyor diye babaya isyan eden ama asla kendisini özgürlükçü bir dil içinde ifade edemeyen; farkında bile olmadan babanın iktidar dilini benimseyen ve fırsatını ilk bulduğunda en çok bildiği ve tanıdığı bu dile rücu etmeye teşne “isyankar” vatan evlatlarıyla doludur.

Bir din özgürlüğü meselesi
Bir güç ve iktidar yarışı olmaktan çıkıp ta, özgürlükler ve bunların sınırları üzerinde bir tartışmaya girişilecek olursa, uluslararası yargı organlarının son derece zihin açıcı bazı kriterler koyduğuna tanık oluruz. Mesela Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi “Arrowsmith” davasında bir davranışın din özgürlüğü kapsamında değerlendirilip değerlendirilemeyeceğini test etmek için ilk olarak bu davranışın “söz konusu dinin bir icabı” olup olmadığını, ardından da bu icabın kamu düzenine, kamu güvenliğine, başkalarının hak ve menfaatlerine bir zarar verip vermediğine bakılması gerektiğini belirtmişti. Örneğin buradan hareketle Türban takan bir ilkokul öğretmeninin okuldan uzaklaştırılmasını konu alan Dahlab / İsviçre davasında AİHM, öğretmenin taşıdığı bu açık simgenin çocuklar üzerinde yaratabileceği etkilerden bahisle İsviçre’yi haklı bulmuştur. Kamu görevlisi türban takamaz gibi kestirmeci bir yaklaşım değildir bu. Örneğin Üniversitedeki öğretim üyesinin türban takıp takamayacağını tartışmaya açık bırakan bir yaklaşımdır.

Türban meselesi, özellikle Türkiye’den açılan bir dizi davayla muhtelif defalar AİHM’nin gündemine geldi. Şenay Karaduman / Türkiye davasında AİHM negatif bir tutum benimseyerek başörtüsüyle çekilen fotoğrafın üniversite diplomasında kullanılmasının yasaklanmasına icazet etmişti. Ancak o davada AİHM’nin kullandığı bir ibare sonradan bu konudaki yaklaşımını değiştirebileceğinin işaretlerini veriyor. AİHM, laik bir üniversitede okumayı kabul eden bir kişinin belli kuralları da peşinen kabul etmiş olacağını belirtmişti. Karar dikkatli okununca meramın Mahkemeye pekte anlatılamadığı anlaşılıyor. Yine türban, Refah Partisi davasıyla AİHM’nin gündemine gelmiş, ancak Mahkeme bu defa Türbana özgürlük istemenin bir partinin kapatılması gerekçesi olamayacağını söylemişti. Şu anda türbanı konu alan bir dizi dava AİHM önünde devam ediyor. Bunların bir kısmı “kabul edilebilirlik” aşamasını geçti ve esastan inceleniyor. Bu davalarda nasıl sonuçlar çıkacağını kestirmek güç. Ama çıkan sonuç ne olursa olsun bu tartışmaların “ülkenin hassas dengeleri” veya “milli ve manevi değerler” gibi kavramlar üzerinden yürümeyeceği çok açık. Bizlerinde bu kolektif histeriyi aşabilmemiz için meselelere evrensel kriterlerle yaklaşabilmeyi öğrenmemiz gerekiyor.

Sorunlar ve imkanlar
Aslında pek çok sorun, bir başka açıdan bakıldığında, kendisinden daha büyük imkanları içinde barındırır. “Türban” meselesi de öyle. AK Parti üzerine oturduğu mirası sorgulayıp, Türkiye’nin klasik isyankar evlatlarından birisi olma rolünü aşabilir ve bu gün kendisine dayatılan otoriter modele, değerlerin diliyle cevap vermeyi becerebilirse, hem kendisinin ve hem de Türkiye’nin önünü muazzam bir biçimde açabilecektir. Bu da, tartışmayı bir türban tartışmasından çıkarıp gerçek mecrasına, din özgürlüğü rayına oturtabilmek; Türkiye’nin din özgürlüğü sorununu bütün boyutlarıyla masaya yatırabilmekten geçiyor. Bu, Diyanet İşlerinin mevcut yapısının sorgulanmasından tutun da, din derslerinin bir dinin belli bir yorumunu empoze eden mevcut yapısına, kurban derilerini THK’na verme zorunluluğundan, nüfus cüzdanlarımızdaki din hanesine varıncaya kadar devletin dine müdahalesinin bütün boyutlarıyla ele alındığı bir tartışmayı başlatabilme cesaretini gösterebilmektir. Güçlü hissettiğinde baş kaldıran , ezileceğini anladığında sinen isyankar evlat rolünün terk edilmesi; demokratik bir dille konuşmayı öğrenebilmek meselesidir bu!