İşkence Ahlaka Karşı

“Bir gurup bir şehri havaya uçuracak bir bombaya sahip ve 24 saat içinde de bunu yapacak. Bombanın yerini bilen birisini yakalıyorsunuz. Ya bütün şehirde yaşayanların ölmesini kabul edeceksiniz ya da çok kötü bir şey olduğunu bilmenize rağmen, bombanın yerini zorla öğrenmeye kalkacaksınız.”

İşkenceyi meşrulaştırmak için ortaya atılmış, kelimenin tam anlamıyla şeytanın avukatlığını yapmaya soyunan paradoksal bir “soru” söz konusudur. Orijinali 70’li yıllarda bir Alman politikacı tarafından ortaya atılan; yakın zamanda ise, İsrail Yüksek Mahkemesi önünde, İsrail’in , fena muameleye izin veren yasal mevzuatının iptali istemiyle açılan davada tekrar gündeme getirilen soru şudur:

“Bir gurup bir şehri havaya uçuracak bir bombaya sahip ve 24 saat içinde de bunu yapacak. Bombanın yerini bilen birisini yakalıyorsunuz. Ya bütün şehirde yaşayanların ölmesini kabul edeceksiniz ya da çok kötü bir şey olduğunu bilmenize rağmen, bombanın yerini zorla öğrenmeye kalkacaksınız.”

Ehveni şer
Şeytanın avukatları, çatışan iki değerden birini seçmeyi öneriyor: Bir yanda binlerce kişinin hayatı; diğer yanda ise bir şüphelinin vücut bütünlüğü ve ruhsal esenliğine verilecek zarar. Değer çatışması, ilk olarak, birkaç kişinin değil ; binlerce kişinin hayatından söz edilerek pekiştiriliyor ; ardından getirilen zaman sınırlaması ve şüpheli hakkında yaratılan kesin peşin hükümle sorunun muhatapları daha da köşeye sıkıştırılıyor. Spot ışıklarının sabit bir yere odaklandığı tiyatro sahnesinde, ışığın aydınlattığı alanın dışındaki yerleri görmemize izin verilmeyen bir oyunu izlemeye zorlanıyoruz.
Taner Akçam bu soruyu “… bir ahlaki ilkeyi, olma ihtimali zayıf senaryolar üzerinden tartışmak anlamlı değil” ** diyerek göğüslemeye çalışıyor. Kendisiyle aynı kanıdayım. Fakat diğer taraftan , bu tartışmanın işkence olgusunu anlamak bakımından son derece ufuk açıcı bazı nüveleri içinde barındırdığını düşünüyorum. Bu nedenle de, sorunun taşıdığı zaaflar üzerinde durmamayı ve tuzağa düşmeyi tercih ediyorum. Oyunu sonuna kadar izleyelim…

Oyun Başlıyor
Diyelim ki böyle bir şey gerçekten oldu ; 24 saat sonra şehrin havaya uçacağına, bütün sevdiklerinizin öleceğine ve bu bombanın patlamasını durdurmanın tek yolunun elinizin altındaki kişiyi “konuşturmak” olduğuna canı gönülden inandınız. İşkence öylesine insanlık dışı bir şeydir ki ; binlerce kişinin hayatını kurtarmak için bile olsa , kimseye acı çektiremem deyip bombanın patlamasını mı beklerdiniz? Bu son derece ahlaki bir duruş noktasıdır. Ama gerçek hayatta tanık olmanın pek de mümkün olmadığı bir durum karşısında , “ortalama insan tavrı” üzerine konuşuyoruz.

İnsan haklarına saygılısınız, işkenceyi onaylamıyorsunuz, ama binlerce insanın hayatı söz konusu … Bir “istisnayı” (hayatımızın , değerlerimize ters düşen ne kadar çok “istisna” ile çevrili olduğunu unutmayın.) uygulamaya karar verdiniz. Her halde adamı ilk önce ikna etmeye çalışırdınız . “Bak, canını yakmak istemiyorum, şu bombanın yerini söyle ; yoksa başına gelebilecekleri hayal bile edemezsin.” yollu tehditler savurdunuz. Adam “azılı terörist” ve böyle tehditlere pabuç bırakacak birisine de hiç benzemiyor. Gözlerini bağladınız, çırılçıplak soydunuz; psikolojik ve fiziki ıstırap vermeye başladınız: küfür, dayak vs. Adam konuşmuyor… Acının dozunu arttırmanız lazım. Falakaya yatırdınız; cinsel organlarına elektrik verdiniz ; soğuk tazyikli su sıktınız ; makatına cop soktunuz; filistin askısına aldınız vs… (bunlar ,uluslararası kuruluşların raporlarına göre ;Türkiye’de en yaygın olarak kullanılan işkence yöntemleri) ama adam konuşmadı. En ağır işkence uygulamaları altında bile aylarca konuşmayan kişilerin olduğunu biliyorsunuz. Sizin ise sadece 24 saatiniz var. Akla hayale gelmeyecek şeyler yapmaya başladınız ; organlarını kesiyorsunuz… Çok “şanslısınız” ; “terörist” en sonunda “öttü” ; oda haykırışlarla çınladı, göz yaşları ve her yerde kan, idrar, dışkı ve kusmuk … Ama sonunda konuşturdunuz.

Ya Sonrası…
Bombanın yeri bulundu; binlerce insan kurtuldu. Oyun sona erdi, ışıklar söndü, sahne kapandı, artık vicdanınızla baş başasınız. Kendinizi bir kahraman gibi görüp, gurur mu duymalısınız ; yoksa insanları kurtarmak için ruhunu satmış, lanetlenmiş birisi gibi mi? Canlarını kurtardığınız sokaktaki neşeli, cıvıl cıvıl insanlar, katlandığınız bu aşağılanmadan dolayı sinirlerinizi mi bozacak? Siz geceleri kabuslardan kan ter içinde uyanırken, onların sıcak yataklarında mışıl mışıl uyuduklarını bilmek ; bozuk olan sinirlerinizi daha da mı gerecek? Ya toplum ; kurtardığınız insanlar? Sizi nasıl görmeli? Bir kahraman, destansı bir başarıya imza atmış bir ulu kişi gibi mi ; yoksa, onları kurtarmak için ruhen ve bedenen tecavüze uğramış, yerinde olunması asla istenilmeyecek bir kişi gibi mi?Mağdurun yüzüAmerikan savaş filmleri, bizi savaşan taraflardan birini seçmeye zorlar. Kameranın kullanım biçimi ve oluşturulan perspektif nedeniyle, “iyi çocukların” her türlü duygu ifadesini yakalarken, “düşman” ya en gaddar ifade biçimleriyle ya da ruhsuz bir siluet biçiminde belirir. Düşman her zaman “ötekidir”; o bize benzemez. İşkenceci, mağdurun gözlerini bağlar. Bu tıpkı çıplak bırakma gibi, mağdurun benlik duygusunu örseleme, bir kaygı yaratma aracıdır; ama bunların hepsinden daha fazla, mağdurun çehresini ortadan kaldırarak onu şeyleştirme; ötekileştirme çabasıdır.
Yukarıdaki hikayeyi anlatanlar da, “teröristi”, bir şehirdeki bütün insanları öldürmeye kastetmiş bir cani olarak önümüze koyar; yüzünü ve karakteristik özelliklerini bizden gizler; onu bize yabancılaştırır. Yabancılaşma işkencenin ön koşuludur.

Kara Delik
“Zekice” retorikleriyle bizi köşeye sıkıştırmaya çalışanlar, gerçekte , başkaca hiçbir şey düşünmemizi istemezler:Gözümüzü dikmemizi istedikleri tek şey , basit bir yarar-zarar analizidir. Yazının başında da söylediğim gibi, İsrail Yüksek Mahkemesi önünde, “sorgulamada kullanılabilecek fiziksel ve psikolojik baskı ve şiddeti” düzenleyen hukuki mevzuatın lehine fikir beyan edenlerin , arkasına sığındıkları bir retorikti bu. Filistinli mahpuslara uygulanan, son derece yaygın ve sistematik kötü muameleyi meşrulaştırmak için, hayatta karşılaşılması pek de mümkün olmayacak bir örneği kullanmaya çalıştılar. Şeytanın avukatları, işkence yasağının, bir kere herhangi bir yerinden delindiğinde , tartışmanın başka bir düzleme kayacağının ve yavaş yavaş “diğer istisnai” durumları da kapsayacağının bilincindeydiler. Saatli bomba retoriği işkencenin sadece itiraf elde etmek için değil ; çoğu zaman, mağduru cezalandırmak ve onun vücudu üzerinden topluma bir mesaj vermek için de yapıldığı gerçeğini gözlerden uzaklaştırır. İşkencenin, siyasi muhaliflere, etnik azınlıklara, homoseksüellere, kadınlara, çocuklara kısacası herkese bir biçimde yapılabileceği gerçeğini bizden saklar. Bu “saatli bomba” örneğini bu güne kadar görmemiş dünyamızda, “ 150’den fazla ülkeden işkence ve kötü muameleye ilişkin yakınmalar gelmektedir. Bu ülkelerden 70 tanesinde işkence yaygın ve sistematiktir. 80’den fazla ülkede işkence sonucu ölümler meydana gelmiştir.”*** Şeytanın avukatlarının amacı ,işkencenin her türlüsünü, meşrulaştırarak içine alacak, küçük bir “ kara delik” yaratmaktır. Delik bir kere açıldıktan sonra , büyük bir iştahla önüne geleni silip süpürür.

Mutlak Yasak
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinden bu yana, işkence, bütün ulusal üstü insan hakları belgelerinde mutlak bir şekilde yasaklanmıştır. İşkencenin yanı sıra, insanlık dışı muamele ve aşağılayıcı davranış ve cezalar da aynı ölçüde yasaktır. Bu yasak öylesine mutlaktır ki, ne savaş halinde, ne olağanüstü halde ; ne de başka bir gerekçeyle işkence ve kötü muamele yasağı ihlal edilemez. Bu olgu, insan hakları belgelerini hazırlayanların kara deliklerin bilincinde olduklarının önemli bir işaretidir. İşkenceye atfedilen lanetleme düzeyi o boyuttadır ki, ironik bir biçimde, yaşam hakkının bile önüne geçebilir. Uluslararası insan hakları hukukuna göre, kişilere ölüm cezası verilebilecek durumlar olabilir; ama asla işkence yapılamaz.

Bir ahlak sorunu
Yukarıda sözünü ettiğim retorik, sadece İsrail’de, Almanya’da kullanılmıyor. Sevgili dostum Avukat Murat Dinçer’in, İzmir Barosu seçimlerini izleyen polislerle yaptığı sohbetten, aynı “kurnaz mantığın” Türkiye’deki emniyet mensupları arasında da kullanıldığını gördüm. Polis memuruyla, Murat arasındaki konuşma hararetlenip, hak hukuk derken işkence konusuna geldi. Memur gayet kendinden emin bir şekilde yukarıdaki örneği verdi: “Teröristler İzmir’i havaya uçuracak ,teröristi yakaladınız,24 saatiniz var…” Polis memuru , karşısındakini şaşırtıp , kafasını karıştırmayı beklerken , Murat’ın aynı düzeyde kurnazca bir sorusuyla karşılaştı : “ Peki, diyelim ki Yunanlılar İzmir’i işgal ettiler, işgalci kuvvetlerin komutanı, ya karınla bir gece yatacağım ya da bütün İzmir’i havaya uçuracağım dedi. Yunanlı komutanın son derece ciddi olduğuna ve İzmirlileri kurtarmanın da başka bir yolu olmadığına kani oldun. Sen komutana karını gönderir miydin?” “Hayır” dedi polis telaş içinde: “ göndermezdim”. Murat da “Bende işkence yapmazdım, hiç kimse de beni bundan dolayı kınayamazdı” dedi.

İşkence karşısında alınan tavır, ahlaki bir tavırdır. İşkence yapan polisin durduğu yer ahlaken seçilmiş bir yerdir. Mesela Türkiye için söyleyecek olursak, işkence yapan polis, “yere düşene vurmamayı, kendinden çok zayıf durumda olan ile kavga etmemeyi” emreden “Anadolu delikanlı raconunun” bile gerisindedir. İşkence yaralarını görmezden gelen doktorun yaptığı, ahlaki noktadan tartışılabilecek bir meseledir; tıpkı apaçık delillere rağmen failler hakkında dava açmayan savcının tutumu; işkenceye uğradığını iddia eden sanıklara “bunun konuyla alakalı olmadığını” söyleyen hakimin tavrı gibi.

Bu çürümenin karşısında durabilmenin tek yolu, işkencecinin, çetecinin , katliam sanığının da (en çok kimden nefret ediyorsak onu gözümüzün önünde canlandıralım) işkenceye uğramasına, bir biçimde sempati duyduğumuz insanlara yapılan işkenceye karşı çıkacağımız şevk ve enerjiyle karşı çıkabilmek; böylesi ahlaki bir modeli topluma sunabilmektir.

Bu, yeniden bir ahlak inşa edebilme meselesidir!

ORHAN KEMAL CENGİZ
Bu yazının kısa bir versiyonu Radikal Gazetesinin 29 Kasım 2000 tarihli nüshasında yayımlanmıştır.