04.12.2015
Tahir de aynen Hrant gibi, bir cümlesi cımbızlanıp, hayatı boyunca durduğu yer, temsil ettiği değerler göz ardı edilip bir nefret nesnesi hâline getirildi. Her iki cinayette de aynı linç mekanizmaları işledi. Her ikisi de linçe uğrarken yapayalnız bırakıldılar; sonra o linçin parçası olanlar öldürülmelerinin arkasından aynı şekilde timsah gözyaşları döktüler…
Vicdanını kaybetmiş bir ülke burası; o yüzden Hrant da Tahir de bu ülkeye fazlaydılar, taşınabilmeleri mümkün değildi…
Hrant, Ermeniler için ne idiydi ise Tahir de Kürtler için oydu; her ikisi de bu ülkede halkların barışabilmesi umudunu temsil ediyorlardı; her ikisi de ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilecek insanlardı.
Tahir, onu linç eden kurşun askerlerin asla anlayamayacağı bir insandı.
Tahir kadar büyük yüreği olan insanlar hiçbir davanın, hiçbir örgütün militanı, hiç kimsenin müridi olamazlar.
Siz, onun sizin “büyük davanızın” peşinden geldiğini zannettiğiniz bir anda, Tahir geri döner, kolu kanadı kırılanlarla, itilip kakılanlarla saf tutar.
Hiç kimse ondan, kendi davasına bir nefer çıkarmaya kalkmasın. Tahir’i bir karikatüre dönüştürmeden ondan bir nefer çıkaramazsınız.
Onun davası insan haklarıydı, barışın elçisiydi o…
Ben, Tahir’i 1998 yılında tanıdım. Kürt köylerinin yakıldığı, Kürt sokaklarında ölümün kol gezdiği zamanlardı. İnsanların çıtını çıkarmaya korktuğu zamanlardı. Bir avuç Kürt avukat, hayatı cehenneme çevrilmiş Kürtlerin davalarını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürmeye çalışıyorlardı. Bu davaların bir kısmında ben de görev aldım, korkunç bir insanlık trajedisi yaşanan Ormaniçi Köyü’nün yakılıp yıkıldığı davada İngiltere’den Tony Fisher’le beraber Tahir’e yardımcı olmaya çalışıyorduk.
Hayatımın en büyük travmalarından birisidir o dava. Tahir’in cenazesi vesilesiyle bir araya geldiğimiz dostlarımdan öğrendim ki, Tony de yıllarca bu davayı anlatıp dururmuş.
Korkunç bir kış günü, Şırnak’ın Ormaniçi köyü tamamıyla yakılmış, erkekler gözleri bağlı olarak kilometrelerce karda yürütülmüş; sonra da bütün gözetim merkezleri dolu olduğu için kapısı penceresi olmayan bir yere konulmuşlardı. Oturdukları yerlere kıçları yapışmıştı; bacakları kangren olup kesilmişti. Çok azını anlatıyorum; inanılması imkânsız bir gaddarlık vardı ortada…
Köylüler, AİHM’deki duruşmaya kesilmiş bacakları yerine koltuk değneklerine yaslanarak geliyorlardı. On beş yaşında bir çocuk da vardı içlerinde. Köyde kalanların da başına korkunç şeyler gelmişti; askerlerin attığı bir el bombası, küçük bir kız çocuğunun karnını yarmış, çocuğun bağırsakları dışarı sarkmıştı; sığındıkları camide bir kaç gün can çekiştikten sonra hayatını kaybetmişti bu kız çocuğu…
Tahir gitmiş, bütün bu insanlarla görüşmüş, hepsinin hikâyesini toplamış, bütün bunları AİHM’nin önüne kadar getirmişti. Büyük bir kahramandı o; Tony ve ben bir yandan tanık olduğumuz korkunç trajedinin altında eziliyor, bir taraftan da Tahir’i hayranlıkla izliyorduk. Sonra, büyük bir dostluğun tohumları atıldı aramızda. Duruşmada yaşananları konuşurken, bizim devletin tanıklarının anlattığı yalanları taklit ediyor, kahkahalarla gülüyor, bir yerden sonra beraber ağlamaya başlıyorduk.
Bizi travmatize eden bu dava, Tahir’in takip ettiği yüzlerce davadan sadece bir tanesiydi. Sonra köylülerin helikopterden atıldığı başka bir davaya girdik yine beraber. Tahir’le hep güldük, hep ağladık; Tony neden güldüğünüzü anlayamıyorum derdi; Türkiye denen bu tımarhanede bizim gördüğümüz traji-komediyi dışarıdan birisinin anlaması mümkün değildi…
Sonra, Tahir tek başına Türkiye’nin en korkunç davalarına girmeye devam etti; sırtından vurulan çocukların, JİTEM mağdurlarının sesi soluğu oldu.
Biz de Tahir’le kendi hayatlarımızdaki trajediler dâhil her şeye kahkahalarla gülmeye devam ettik.
Şu anda kafam çok dağınık tam ne zamandı hatırlamıyorum. Tahir’in kalp damarları tıkanmıştı; tahlillerini göstermek için Ankara’da tavsiye edilen bir hekime gittik beraber. Doktor tahlillere şöyle bir baktıktan sonra, “Her an kalp krizi geçirebilirsiniz” dedi. Hastanede rehin kaldık. Dışarıya çıkamadık. Bu rehine kalma işi o kadar komiğimize gitti ki, yine gülmekten gözlerimizden yaşlar geldi…
Sevgili Tahir, senin cenazen kalkmadan önce evine geldim. Çıkarken ayakkabılardan bir tekini kendimin, bir tekini de başkasının ayakkabısı giymişim. Bütün cenazen boyunca böyle dolaştım. Eğer halimi görseydin, yine kahkahalarla gülerdin eminim.
Tutuklanmak için hâkim önüne çıkarıldığında çok korkmuştum. Ceza evinde kalp krizi geçirirsin diye çok kaygılanmıştım. Sevgili Türkan, bütün ilaçlarını çantaya doldurup göndermişti sana. Keşke, tutuklansaymışsın, keşke cezaevinde kalsaymışsın.
Kızın Nazenin’in çığlıkları yüreğimizi dağladı cenazen boyunca. Dışarıdan bakanlar, basit bir baba kız sevgisi zannettiler. Senin ne kadar iyi bir baba olduğunu bilmiyorlardı. Nazenin’in yurt dışındaki üniversiteye kayıt olmak için göndereceği mektubu okumamı istemiştin. Nazenin’e “Sen hukuk okumak istiyorsun ama mektubunda baban gibi dev bir hukuk adamına, Türkiye’nin en büyük insan hakları savaşçısına bir satır bile yer ayırmamışsın” demiştim. Sonra beni arayıp, “Keşke daha pozitif konuşsaydın, Nazenin çok hassastır” demiştin. Onun çığlıklarını duyunca sevginin ne kadar derinlere işlediğini anladım…
Sevgili dostum, hayatımda asla doldurulamayacak bir boşluk bırakarak gidiyorsun.
Ölümün üzerine rivayetler muhtelif. Şu anda bütün parçaları birleştiremiyorum. Planlı bir suikaste mi kurban gittin, yoksa çatışma çıkınca, “fırsat bu fırsat” deyip ensene mi sıktılar, şu anda bilemiyorum, anlayamıyorum. Ama anlamak için elimden gelen her şeyi yapacağıma söz veriyorum.
Dostunu kaybetmek çok acı bir şeymiş Tahir. Seninle birlikte hayatımdan büyük bir parçanın kopup gittiğini hissediyorum. Duygularımı anlatacak kelimeler bulamıyorum. Ne desem kifayetsiz kalıyor.
Hoşça kal sevgili kardeşim. Sessizlerin sesi, kimsesizlerin kimsesi oldun. Hayatımda senin kadar merhametli bir insan tanımadım. Seni tanımış olmayı, dostun olmayı hayatımdaki en büyük ayrıcalıklardan birisi olarak görüyorum…
Hoşça kal sevgili Tahir…
Hoşça kal kardeşim..
ORHAN KEMAL CENGİZ