İnsan Hakları Gündemi Derneği Genel Sekreteri Hakan Ataman’ın Osman Murat Ülke’yle 26.07.2007 tarihinde e-posta üzerinden yaptığı söyleşi

10.08.2007

HA: Ossi merhaba, askere gitmeyi reddettiğin için yaklaşık 2 yıl hapis yattın ve şimdi de 14 Haziran 2007 tarihli bir emirle 17.5 aylık bir hapis cezası karşısında savunma yapman için Eskişehir Askeri Savcılığına çağrıldın. Bu çağrıyı (emri!) nasıl değerlendiriyorsun?

O: Savunma yapmam için çağrılmadım; 1999’a dek olan davalardan ikisinin hükmüne konu olan toplam 17 ay 15 gün cezayı yatmam için çağrıldım. Bu durum başlı başına tuhaf, çünkü bu cezanın neredeyse tamamını zaten yattım. 9 Mart 1999 tarihli, yani tahliye olduğum gün, yaptığımız hesaba göre, yatılmamış süre 3 ya da 7 gün gibi bir şey olabilir – belki de hiç yok. Ama savcılık önce çağrıyı çıkarıyor, gün hesaplamayı sonraya bırakıyor.

Tabii neticede bunların hepsi önemsizleşiyor, çünkü AİHM kararı ve ardından Türkiyeli yetkililerin Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne verdikleri taahhütlerden sonra benim değil 3-7, 1 gün bile yatmamam gerekiyor. Yapılması gereken, ihlali genel ve bireysel düzlemde bir an önce durdurmak. Tutuklanmasam bile bu şekilde geçen her gün ihlalin, mahkemenin tabiriyle “sivil ölüm”ün ağırlaşarak devam etmesi anlamına geliyor.

Dolayısıyla biz şu anda bireysel düzlemde yürütmenin acilen durdurulmasını, ötesinde sözde askerlik yükümlülüğümün sonlandırılmasını ve her açıdan tekrar legalize edilmemi talep ediyoruz.

HA: Sence Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ve mahkemenin kararı uyarınca Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin tavsiye kararlarına rağmen sana bu yönde bir çağrı yapılmasıyla, Türkiye’de son dönemde hızla yükselen militarizm arasında bir bağlantı kurulabilir mi? Sen bu durumu nasıl değerlendiriyorsun?

O: Eskişehir Askeri Savcılığı’nın bu örnekte doğrudan Genelkurmay tarafından yönlendirildiği yönünde emareler yok. Ama durum salt bürokratik işleyişin kafkaesk cilveleri ve devlet içinde iletişim eksikliği ile bile açıklanacak olsa, Türkiye’de militarizmin bu denklemdeki yerini görmezlikten gelemeyiz. Eğer askeri vesayet altında yaşıyor olmasaydık, AİHM kararından sonra Savunma Bakanı bir vicdani ret yasası düşündüklerini söyledikten hemen sonra adı belirsiz bir askeri yetkili onu yalanlamazdı ve bugüne dek AİHM kararının gereği çoktan yerine getirilmiş olurdu.

HA: Vicdani Ret kavramı sadece AİHM kararlarından ibaret değil. Vicdani Ret temel bir insan hakkı olduğu gibi, kavramın oldukça yoğun bir etik ve politik arka planı var. Bu arka plan mahkeme kararlarına sığmayacak kadar geniş ve köklü. Dolayısıyla mahkeme kararlarına uyulup uyulmaması sorununun çok ötesinde bir sorundan bahsediyoruz. Bu konuda neler söyleyebilirsin?

O: Elbette. AİHM kararı sadece vicdani reddin evrensel hukuk içinde konumlanışı ile ilgili, ki bu açıdan karar “cezanın oransızlığını ve sonuçlarını” önceleyerek sorunun esasını erteleyen bir niteliği bile sahip.

Aslında vicdani ret, devlet-birey ilişkilerinin liberal bir çerçevede düzenlendiği ülkelerde çoğunlukla sıradan bireysel haklardan biri olarak ele alınıyor. Oysa, devletin yurttaşları ideolojik olarak biçimlendirme ve bedenleri ile iradeleri üzerine tasarruf sahibi olma hakkını kendinde gördüğü ülkelerde, vicdani ret, bütün sosyal-politik çerçeveyi dinamitleyecek bir tehdit haline geliyor. Bireyin kendi bedeni ve iradesi, kısacası yaşamı üzerine, birincil söz sahibi olmakta ısrar etmesi, aynı sorgulama ile karşı karşıya kalan tek tek bireyler üzerinden bütün toplumsal kurguyu ilgilendiren, yani bireyi aşan, bir olgu.

Devlet bu türlü bir basınca daha katı bir tutumla karşılık verdikçe, otoriter normları dayattıkça, sorgulama alanı da büyür ve meşruiyet kaybı bir bütün olarak daha keskin bir hal alır. Bu otoriterizmin genel çıkmazı.

Vicdani ret, Türkiye’de retçilerce oldum olası, yani 17 yıldır, hep militarizm eleştirisinin somut bir göstergesi olarak benimsendi. Çoğu insanın ciddiye alıp inceleme zahmetine katlanmadığı Gandhi örneğindeki gibi, bu sivil itaatsiz duruş bireysel kayıp ve bedelleri aşarak hep toplumsal olumsuzlukları ve yapısal sorunları özgürlükçü etik argümanlarla tartıştırmıştır. Sadece birkaç başlığı kısaca sayacak olursak: Askeriyenin politik alanı işgali, süregiden savaş, eğitimdeki militarist koşullanma, çarpıtılmış ve tabulaştırılan tarih yazımı, kadın-erkek tahayyülü ve cinsiyet rolleri arasındaki işbölümünün militarist yapılanışı, vb.

Abarttığım düşünülebilir, ama ben vicdani reddi, Türkiye’de bugüne dek bu konuda söz söylemiş herkes açısından aynı zamanda özgürlükçü ve insancıl bir toplum yapısından yana olanlar ile şu ya da bu şekilde soyut bir devlet bekasını önceleyenler arasında ayrım yapmaya yarayan bir turnusol kağıdı olarak da görmüşümdür.

HA: Vicdani Ret yaptıkları gerekçesiyle son yıllarda tutuklananların veya tutuklanma riski altında olanların sayısında çok fazla olmamakla birlikte bir artış var. Son olarak Halil Savda tutuklandı ve ancak geçenlerde salıverildi. Üstelik son tutuklamalarda yani Mehmet Tarhan ve Halil Savda vakalarında, işkence ve kötü-muamele söz konusuydu. Konuyu bir bütün olarak ele alacak olursak, sanırım vicdani retçilere yapılanlar sadece vicdani retçileri değil tüm toplumu travma edecek şekilde kurgulanıyor. Yani topluma bir mesaj verilmek isteniyor. Bu konuda sen neler düşünüyorsun?

O: Bu, nedeni ne olursa olsun, her zaman işkencenin ortak amacı olmuştur. Devlet sorgulanamazlığını şiddetiyle duyurur ve böylece toplumun tümünde dinamizmi ve zihinleri esir almayı umar. Vicdani ret örneğinde buna bir de vicdani retçiyi her açıdan bekleyen belirsiz gelecek ekleniyor. Böyle olunca bireysel bedel çok fazla yükseliyor ve haliyle devletin gücü karşısındaki çekince de çoğunluk için belirleyici oluyor.

Ancak vicdanının sesini güvenlik kaygısına kurban etmeyecek zıpçıktılar hep ama hep olur ve yarattıkları etki de her zaman boylarını aşar. Bu da otoriterizmin asla tümüyle müdahale edemediği kör nokta.

HA: Son olarak vicdani ret hakkının tanınması konusunda sivil toplum örgütleri neler yapabilir ya da sen neler tavsiye edersin?

O: Her şeyden önce bir şeyler yapmaya başlayabilirler. Elbette istisnaları bu eleştiriden muaf tutuyorum. Ama şu ana dek yapılanlar yeterli olmaktan çok uzak.

En geç AİHM kararından bu yana, vicdani reddin meşruiyeti konusunda birçok insanın kafasındaki soru işaretleri kırıldı. Keşke bizzat bu topraklarda geçen 17 yılın mücadelesi kendi başına da bu etkiye yol açabilseydi.

Böyle olmakla beraber, henüz çoğu STÖ meseleyi çok fazla kendi meselesi olarak görmüyor ya da farkında olmaksızın risk muhasebesi yapıp beklemeyi ve öncelememeyi tercih ediyor.

Askeri vesayet ve/veya bireysel özgürlükler konusunda samimi bir kaygısı olan her STÖ, vicdani retçilerle bağlantı kurmalı, konunun tarihini ve özünü kavramaya ve ondan sonra kendi sonuçlarını çıkarmaya çalışmalı.

Vicdani redden de öte, antimilitarizmin içeriği, boyutları ve Türkiye için anlamı üzerine seminerler, iç eğitimler düzenlenmeli.

Yurtdışında oluşmuş devasa bir külliyat var. Bunların incelenmesi gerekiyor.

Tekil vicdani retçilere hukuki ve politik destek verilmesi gerekiyor. Hemen avukat tayin edilsin demiyorum, ama mahkemelere gözlemci göndermek ve sonra sürecin neresinden tutulabileceği üzerine kafa yormak da bir başlangıçtır.

Hükümet üzerinde AİHM kararı gibi lamı cimi olmayan hukuki belgelerin derhal uygulanması için baskı kurmak, açık mektuplar yazmak, basına demeçler vermek gerekiyor.

Irak Savaşı vb. spesifik konular üzerinde duran platform veya yapıların faaliyet alanlarını vicdani reddi kapsayacak şekilde genişletmeleri gerekiyor.

Bu liste böyle uzayıp gider.