19/04/2009
‘Kadının insan hakları’na katkıda bulunan feminist hareketler oldu. Bu nedenle, medya ‘toplumsal cinsiyet eşitliği’ ve ‘kadına yönelik şiddet ve ayrımcığın önlenmesi’ için bir çaba göstermek istiyorsa, bu dilden yararlanmalı, bu dili kullanmalıdır
GÜLDEN GÜRSOY
Son yıllarda Türkiye’de Anayasa, Medeni Kanun ve Türk Ceza Yasası’nda; genel olarak sivil toplum kuruluşlarının (STK), özel olarak toplumsal cinsiyet odaklı STK’ların çabalarıyla yapılan değişikliklerle “toplumsal cinsiyet eşitliği” konusunda önemli adımlar atıldı. Yerel, ulusal ve uluslararası düzeyde çalışan pek çok kuruluş bu konuda kampanyalar ve “farkındalık yaratma” amaçlı faaliyetler yaparak hem toplumun ilgisini konuya çekti hem de bu konudaki bilgi düzeyini artırmaya çalıştı. Hiç kuşkusuz bu çabalar çok önemlidir. Ancak kadınların işgücüne katılımı, siyasette kadınların temsili ve daha da önemlisi toplumsal cinsiyet perspektifinin topluma tam anlamıyla nüfuz edememesi gibi henüz çözülemeyen pek çok sorundan ötürü, bu çalışmalar son hız devam ettirilmelidir. Hükümet, AB’ye katılımın sürecinin etkisiyle “toplumsal cinsiyet eşitliği” konusunda yapılan çalışmaları desteklemeye başladı. Ancak, AKP hükümetinin “devletin bu konudaki sorumluluğu”nun (due diligence) farkına vararak hareket ettiğini düşünmek fazla iyimser bir yorum olacak. Nitekim, Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü’nün Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’nun da katıldığı 29 Şubat-2 Mart 2008 tarihli ‘Aile Hizmetlerinde Sivil Toplum Kuruluşları ile İstişare Toplantısı’nın sonucunda oluşturulan rapor, hükümetin toplumsal cinsiyet eşitliğini desteklemeye yönelik tavır değiştirdiğine dair ciddi şüpheler uyandırıyor. Halihazırda hükümet yetkililerinin söylemlerinden oluşmuş geniş literatür bu şüpheyi desteklerken; söz konusu toplantı raporundaki bazı “çözüm önerileri” oldukça hayret verici. Örneğin, 9. madde “Dinin kadına bakış açısının doğru bilinmesi için, doğru dini bilgilerin görsel ve yazılı basında yer almasının teşvik edilmesi’ni ve 17. madde, ‘Medyada töre cinayetlerine ilişkin kullanılan feminist dilin’ değiştirilmesini ve hukuki boyutların ön plana çıkarılması için çalışılmasını” öneriyor. Bu iki maddenin, özel olarak töre cinayetleri, genel olarak da kadın erkek eşitliği konusunda medya politikalarına dair akıllara durgunluk veren içeriğinin, pek çok açıdan sorgulanması gerekir.
Halihazırda medya, cinsiyetçi söylemleri yeniden üretmekle eleştirilirken, bu koşullar altında hangi feminist dilden bahsedildiği anlaşılamıyor. “Kadına dair imge ve söylemlerin incelenmesi, medyada şiddet konusunda araştırma bulgularıyla birlikte değerlendirdiğinde şunları saptamak olanaklıdır: Şiddetin temsili, erkeğin kadından daha güçlü olduğunu öne süren biyolojik farklılık söyleminden gelen bilgiye dayanıyor. Dolayısıyla kadınları doğaları gereği itaatkâr, pasif, bağımlı, güçsüz olarak gören bu anlatıda erkekler, saldırgan, her zaman etkin ve güçlü olarak resmediliyor. Medyanın da inşasında payı olduğu bu gerçeklik iddiası, kadın ve erkeklik arasındaki farklılığı bir zıtlık olarak tasarlıyor ve insani ilişkileri de güç ilişkileri temelinde tanımlıyor” (Aziz vd. 1994: 11, aktaran Dursun, 2008: 75-76) Bu durumda yer yer değişimler olduğu söylenecek olsa bile hakim olan söylem maalesef budur. Bu durumu hem televizyon hem de yazılı basında farklı örneklerde görmek mümkündür.
Zaten “Söylem, her şeyden önce toplumsal, tarihsel bir pratiktir; toplumsal dünyanın kuruluşunda aktif rolü vardır” (Dursun, 2008: 66) ve “işlevi, toplumsal deneyimin sağduyu alanını inşa etmek”(s.68)tir. “Özellikle Batı’daki laikleşme süreci sonucunda dinsel denetim pratiklerinin bir bölümü, laik denetleyici pratikler içine entegre olmuşsa da, dinsel kalıplar, motifler, imgeler ve uygulamalar kültürün genel akışı içine girerek, aile ve cinsellik çevresinde dönen bir ahlaki söylem yaratırlar. Böylelikle, varolan iktidar ve toplumsal cinsiyet ilişkilerini pekiştiren güçlü bir ideolojik silah oluştururlar”. (Berktay, 2000: 25) Dinsel denetim pratiklerini dönüştürmeye çalışan kadın hareketleri olduğu bilinse de, Türkiye’de hakim olan anlayışın henüz bu hareketlerin oluşturmaya çalıştığı söylem olmadığı gözleniyor. Böyle düşünüldüğünde, cinsiyetçi söylemleri yeniden ürettiğini düşündüğümüz kurumların, “yani toplumda kadınlık ve erkeklik durumunu, insan yaşamının toplum ve kültürden önce gelen sabit özelliği olarak tanımlayan” (Dursun, 2008: 65) söylemi yeniden üreten, dolayısıyla eşitsizliği yeniden üreten kurumların, dinin kadına bakış açısının bilinmesi için “doğru dini bilgiyi” yeniden ve yeniden üretmesinin “toplumsal cinsiyet eşitliğine” nasıl katkısı olabilir? Zaten Diyanet İşleri Başkanlığı din hizmetini veriyor. (Burada neden vardır ya da neden gereklidir/değildir gibi tartışmalar konu dışı; ancak başka bir yazıda tabii ki tartışılabilir.) Bunun yanında medyada dini içerikli yayınlara yer veren gazete, televizyon kanalları ve internet siteleri var. Acaba Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü, bahsettiğimiz kitle iletişim araçlarının da “dinin kadına bakış açısının doğru bilinmesi için doğru dini bilgileri” vermediğini mi iddia ediyor? Feminist dil yerine hukuksal boyutu öne süren bu anlayışın, (ki zaten bunlar birbirine zıt şeyler değil ve hukuksal bir bakış açısının feminist bir dili beraberinde getirmesi de mümkün), galiba yayın kuruluşları için bağlayıcı olan etik ilkeler ve meslek kodları ve bununla ilgili kanunlardan haberi yok. Yayın kuruluşları için öncelikli olan, bu kodlar ve kanunlardır. Medyadan beklenen, öncelikle bunları “kadının insan hakları” lehine geliştirmesidir. Bunları, uluslararası sözleşmelerde vücut bulduğu haliyle almalarında herhangi bir sakınca ve engel bulunmuyor.
“Özel olarak kadınların şiddet gösteriminden nasıl etkilendikleri ve şiddete eşlik eden ne tür kadınlık imgelerinin dolaşımda tutulduğu konusu, ancak 1970’lerin ortalarından itibaren yine feminist dalganın etkileri sonucu araştırılmaya başlandı” (Oskay, 2000: 384-385 aktaran Dursun, 2008: 75). Şu açıktır ki, “Kadının insan hakları” dolayısıyla “toplumsal cinsiyet eşitliği”ne katkıda bulunan feminist hareketler oldu. Bu nedenle, medya “toplumsal cinsiyet eşitliği” ve “kadına yönelik şiddet ve ayrımcılığın önlenmesi” için bir çaba göstermek istiyorsa, bu dilden yararlanmalı; bu dili kullanmalıdır. Evet, medyada feminist bir dil gereklidir…
GÜLDEN GÜRSOY: ODTÜ Medya ve Kültürel Çalışmalar, yükseklisans
Referanslar:
Dursun, Çiler. (2008). Kadına Yönelik Şiddet ve Haber Medyası: Alternatif Bir Habercilik. Ankara: Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü
Berktay, Fatmagül. (1996). Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın: Hristiyanlık’ta ve İslamiyet’te Kadının Statüsüne Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım. İstanbul: Metis Yayınları, 2000 (2. basım)