Sürecin adı ‘burjuva devrimi’

08.05.2007

Toplumsal dönüşüm, artık vesayetçi bürokratik iktidarın denetleyebileceği sınırlar içinde kalabilecek basitlik ve yalınlıktan kurtuldu. Bu alanın dinamizmi, statik her türlü bürokratik adım karşısında onu devre dışı bırakabilecek çözüm önerilerini sunabilecek olgunluğa erişti

06/05/2007

Osman Can

Türkiye’nin yol ayrımında durduğu ve ikili kırılma hattından birinin bürokratik oligarşinin tasfiyesini başlatacağını vurgulamıştım geçen hafta. Yazının ana ekseni, bu sürecin kaçınılmazlığı tezi üzerine kuruluydu. Yazı hazırlanırken darbe tehdidi henüz görünürlük kazanmamıştı. Bu nedenle sürecin zamana yayılacağı düşüncesi ağırlık basıyordu. Ancak darbe tehdidinin ardından süreç dramatik biçimde hızlandı. Süreç temel parametrelerinde herhangi bir değişiklik olmaksızın, aktörler düzeyinde küçük yer değişimleriyle, ancak biraz daha hızlı ve radikalleşerek devam ediyor.

Modern bürokrasi
Devrim, kimi siyasal aktörlerin idealize ettikleri bir dünya görüşünü, sahip oldukları iktidar gücüne dayanarak toplum mühendisliği kurallarıyla topluma egemen kılması değildir. Devrim toplumun ideolojik biçimlendirilmesiyle sağlanabilir bir süreç ve sonuç da değildir. Toplumsallığın üretmediği ve toplumsal istemlerin taşıyıcısı olmadığı hiçbir üstyapısal değişim devrim olarak nitelendirilemez. Ancak üstyapıda oluşturulacak kurumlarla süreç içinde ortaya çıkabilecek devrimin parametreleri belirlenebilir, bir anlamda devrimin yönü tayin edilebilir. Tamamen pragmatik eksende yürütülen 1923-1936 arası üstyapısal dönüşümleri bu eksende okuyabiliriz. Altyapı uzun vadede üstyapıyı belirlerken, konjonktürel olarak üstyapı kurumlarının da altyapı üzerinde göreceli etkileri kaçınılmaz olur. Max Weber’in saptamasıyla insan davranışları, her yönden gelecek etkilerin diyalektik ilişkisiyle biçimlenerek toplumsal ve siyasal istemlere dönüşür. Bu nedenle günümüzde ortaya çıkan demokratik toplumsal dönüşüme, sözü edilen dönemlerdeki üstyapısal dönüşümlerin katkısı yadsınamaz. Tabii ki sonuca ilişkin bu ampirik saptamayı, amaç bakımından yapabilmek zordur. Çünkü çoğu zaman toplumsal dönüşümlerde, somut aktörlerin dönüşüm sürecini ya bilinçsizce ya da farklı amaçlarla başlattıkları tarihsel bir gerçekliktir. Bu saptama günümüz için de geçerlidir.

1839’dan itibaren ortaya çıkan modern bürokrasi, süreç içinde bir iktidar odağı haline geldi ve zaman içinde kendini süreklileştirici ve sonraki kuşaklara taşıyıcı operasyonlara imza atabildi. Ontolojik olarak demokratik meşruiyete sahip olamayacak bürokratik iktidar, meşruiyetini korkular ve krizlere dayandırdı, ancak bunu süreklileştirebilmek için de eğitim yoluyla korkuları yaygınlaştırdı. Toplumsal rasyonelleşme belirtilerinin başladığı yerde kontrollü krizlerle her defasında iktidarını, halk temsilcileri ve rasyonel toplumsal istemler aleyhine genişletti. “Hiyerokrasi”, yani kahramanlar veya kurtarıcılar iktidarı olarak tanımlayabileceğimiz bu iktidar ilişkisinin devamı, toplumun apolitizasyonuna bağlıdır. Bu nedenle 1946 yılında kırılan bürokratik direnç, 1960 darbesiyle yeniden tesis edildi, toplumun apolitizasyonu Soğuk Savaş koşulları içinde Amerikan emperyalizminin onayıyla 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle de tamamlandı. 12 Eylül rejimi parlamenter demokrasinin yalnızca biçimsel bir anlam ifade ettiği, başka bir anlatımla kahramanlar ve kurtarıcıların tüm yönetim sandalyelerine sahip olduğu, ulusal temsilcilerin temel siyasal kararlar konusunda yalnızca “olağan”dönemlerde kısmen söz sahibi olabildiği bir iktidar örgüsü yarattı. 12 Eylül apolitizasyon ve bürokratik iktidarın doruğa ulaştığı, aynı zamanda çöküşe geçtiği bir tarihtir.

28 Şubat müdahalesi bürokratik iktidarın yeteri meşruiyet kaybına uğramadığı, buna karşın haklı seküler kaygılar nedeniyle ötekinin de yeteri meşruiyet zemini bulamayıp merkeze yerleşemediği, bu nedenle de uluslararası ve ulusal toplumsal aktörlerin henüz kararsızlıklarını atamadıkları bir sürecin adıdır. Ancak Soğuk Savaşın sona ermesiyle başlayan süreç içinde, iletişim devrimi, toplumsal ve kültürel farklılaşma ve etkileşimin olağanüstü biçimde hızlandığı bir döneme çoktan girdik. Toplum dünyayı ve ülkeyi, alternatif tarih ve politik okumalarla analiz etmeye başladı. Bürokratik iktidarın kapalı tuttuğu diyalektik iletişim kanalları, bu iktidar devre dışı bırakılarak küresel değişimlere paralel olarak yeniden kuruldu. Toplum kendi siyasal sistemini “öteki”nin gözüyle okumaya başladı. Hızlı ekonomik büyüme ve küçülmelerin yarattığı dalgalanmalar, toplumsal ve siyasal tepkilere hızla tercüme edildi. Hızlı kültürel, entelektüel, felsefi, teknik ve diğer girdiler, toplumda hızla istem ve algı farklılaşmasına, dolayısıyla heterojenleşmeye yol açtı. Bu yolla hızlanan ve karmaşıklaşan toplumsal dönüşüm, güçlü siyasal istemlerle ortaya çıkmaya başladı. Bunun ise oldukça basit, dikey, tekdüze, dogmatik, yalnızca efsanelere ve korkulara referansla meşrulaştırılmaya çalışılan bürokratik iktidarın tükenişini hızlandıracağı açık. Bürokratik iktidar, doğası gereği, toplumsal farklılaşmayı algılama yeteneğine sahip değil. Hiyerarşik olarak kurulu, emir-komuta ya da amir-memur ilişkisi içinde bir iktidar nemalanması ve bu nemalanmaya devşirilme yoluyla eklemlenme kurallarıyla çalışan bürokratik iktidarın, toplumsallığı algılaması olanaksızdır. Toplumsal diyalektikten uzak iktidar odağının, toplumun siyaset yapmaya başlamasıyla iktidar kaybı yaşaması, ardından toplumsal olanın hizmet aracı haline dönüşmesi kaçınılmazdır. Bu dönüşüme “kahramanlar”ın direnmesi, dönüşümü yalnızca radikalleştirir ve şiddet içerikli hale getirir. 2002 seçimleri, bürokratik iktidar onaylı siyasal figürlerin toplum tarafından tasfiye edilmesi ve yeni merkezin ilanıdır. Bu toplumsal dönüşümün siyasalalana yansımasıdır.

Avrupa Birliği
Dönüşüm sürecinin en önemli katalizatörünün Avrupa Birliği’ne adaylık olduğu tartışmasız. Bu sürecin yaratacağı meşruiyet kaybını algılayamayan, belki de ciddiye almayan bürokratik iktidarın açık direnişi, özellikle 17 Aralık 2004 tarihi sonrasına denk geliyor. 40 yıl aradan sonra ilk defa İstanbul işgali sırasında yaşanan Şehzadebaşı Polis Karakolu baskını için gösterişli bir anma töreni düzenlendi, 18 Mart Çanakkale Savaşı hiç rastlanmadık bir duygu-yoğun atmosfer yaratılarak büyük gövde gösterileriyle kutlandı, Mersin ve Trabzon provokasyonlarıyla yaratılmaya çalışılan atmosferin toplumsal kamplaşma ve ardından siyasal kriz yaratması beklendi, paralel aktörlerin devreye girmesiyle gayrimüslim azınlıklar terörize edildi. Hızla üretilen özde paramiliter sivil toplum kuruluşları da dikkate alındığında, bürokratik iktidarın ciddi bir meşruiyet krizi yaşadığı ortaya çıkar. Öte yandan bu sorunların üzerine gitmeye çalışan hukuk ve demokratik aktörler, görünür biçimde devre dışı bırakıldı. “Adalet gerçekleşsin, isterse dünya yıkılsın ” (fiat iustitia et pere at mundus) biçimindeki bin yılların gerçeği dikkatlerden kaçıyor, yalnızca hukuk ihlali yoluyla korunabilir bir sistemin, aslında korunmaya değer olamayacağı temel kuralı, henüz hatırlanmıyor.

Bürokratik iktidar referanslı kimi siyasal analizciler, akademisyenler ve diğer medyatik figürlerin çabası, arkaik ve gerici bir çaba olmaktan öteye gidemedi ve süreci durdurma gücünü gösteremedi. Bürokratik iktidar, Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki pozitif ve negatif rolünü tamamlamış olmasına rağmen, artık toplumsal dönüşümü okuyamaz ve kavrayamaz görünüyor. Bu da toplumsal dönüşüm ile siyasal yapı arasındaki ilişkinin kırılmaya doğru sürükleneceği anlamına gelir. Toplumsal dönüşümün şiddet gösterisiyle durdurulması olanaksızdır. Dönüşümü okuyup onun işlevsel parametresine dönüşmeyi içine sindiremeyen bürokratik iktidar, gerici rolüyle yıkımlar yaratma tehlikesi gösteriyor. Yıkımın toplumsal yansıması kestirilemese de, bürokratik yansımasının dramatik olacağı söylenebilir.

Devrim süreci son operasyonlarla hızlanıyor. Anayasa Mahkemesi’nin olası bir red kararıyla belki ötelenebilecek ya da sürece yayılacak bir devrim, darbe tehdidiyle kırılma tehlikesi yarattı. Darbe ve kargaşa tehdidinin ardından Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararıyla, süreç, mevcut anayasal düzenin öngördüğü parlamenter demokratik sistem içinde denetlenemez hale geldi. Anayasa Mahkemesi’nin bu süreçteki rolü, operasyonel değil, tamamen semptomatik nitelikle sınırlı kaldı. Bu süreçte, Anayasa, krizleri emici normatif olanaklara sahipken, sistem dışı faktörler bu olanağı ortadan kaldırıyor.Yaratılan sistem kararsızlığı, artık üstyapının değişim sürecini dayattı.

Trajik 367 iddiasının ortaya atıldığı hafta, 31.12. 2006 tarihli Radikal İki’de yazdığımız yazıda işaret ettiğimiz ve ısrarla altını çizdiğimiz “Guernica Dramı” herhangi bir ihtimal olmaktan çıktı. “Feraset gerekli” derken kastettiğimiz buydu. Ancak süreç büyük bir olasılıkla konjonktürel dramlar yaratsa da, bürokratik iktidar tasfiyesini demokratik bir devrimle sonuçlandıracak gibi gözüküyor. Toplumsal dönüşüm, artık vesayetçi bürokratik iktidarın denetleyebileceği sınırlar içinde kalabilecek basitlik ve yalınlıktan kurtuldu. Bu alanın dinamizmi, statik her türlü bürokratik adım karşısında onu devre dışı bırakabilecek çözüm önerilerini sunabilecek olgunluğa erişti. Bu dinamizm, demokratik meşruiyete dayanmayan tüm hiyerarşik ve totaliter düşünceleri dışladığından toplumsal barış ve özgür yaşam projesi olan laikliğin de temel güvencesidir. Nitekim hızlı gelişmeler bunun işaretlerini veriyor.

Maalesef AKP
Sürecin doğru bir yönde ilerlemesi maalesef, şu anki tabloda tamamen AKP’nin etkinliğine terk edilmiş durumda. Çünkü plan, program, vizyon, hedefteki kararlılık ve inandırıcılık, sorun çözücü niteliğiyle AKP dışında hiçbir partinin bu süreci yapıcı biçimde yönlendirme şansı yok. Üstelik demokrasi, insan hakları ve liberalizm gibi Batılı değerlerle takip edilen AB süreci, AKP’yi doğru biçimde yönlendiren temel faktörlerdir. Ancak AKP’nin bu süreçten sapması riski tamamen yok değil, bürokratik iktidarın tasfiye sürecinde tamamen kuşkudan arınmış da değildir. Özellikle 1 Mayıs, TCK 301 ve kimi milliyetçi çıkışlarıyla halen sorunlu olduğunu gösteriyor. Esasen AKP’nin bir devrim sürecinin aktörü olduğu bilincini taşıyıp taşımadığı da kestirilemiyor.

2002 seçimleriyle toplumsal muhalefet görevi verilen CHP, geleneksel yani bürokratik iktidarın siyasal temsilcisi bir “monstre politique /siyasal ucube” rolüne hızla dönerek, muhalefeti yalnızca bürokratik mekanizmalara havale etti, toplum eksenli siyasal bir aktör olmadığını kanıtladı. CHP çok hızlı biçimde, kendi içinde yalnızca kriz üreten ve kendini krizlerle meşrulaştıran aktörleri tasfiye edip aynı zamanda bürokratik oligarşiyle bağlarını hızla keserek topluma yönelmediği, solu bir söylem olmaktan öte içselleştiremediği, enternasyonalist bir sol dönüşüme uğramadığı sürece, tamamen tasfiye olacaktır. Yani kendi içinde devrim yaratamadığı sürece CHP’nin devrimin pozitif aktörü olabilme şansı yok. Bunun dışında sol için gerekli tüm koşullar ortadayken, kısa vadede solun etkin bir program ve aktör olarak ortaya çıkabilmesi güç gözüküyor. Ancak orta ve uzun vadede sağlanan siyasal rasyonelleşme, solu Türk siyasal yaşamının en önemli, hatta başat aktörü haline getirebilir. Bir türlü emekliliği sindiremeyen, diğer yandan topluma entelektüel ve kültürel açıdan verebileceği hiçbir şeyi olmadığından, sansasyonel ve demokrasi karşıtı çıkışlarla kamusal alanda görünme sevdasındaki yüzü geçmişe dönük ve vizyonsuz yargıç ve asker emeklileri ülkeyi krizden krize sürüklerken, toplumsal transformasyon parametrelerini yaşamları boyunca okumaktan aciz kalmış, geçmişin retorik anlatımıyla toplumun yalnızca korkularına hitap eden ya da zor zamanda konuşamayan “kışla-üniversite” akademisyenleri, 1960, 1971, 1982 ve 1997 bürokratik iktidar operasyonlarını yorumlayıp, olumlayıcılık dışında hiçbir şey demeyen, militarizm meşrulaştırıcılığıyla medyada görünürlük kazanan figürlerin yarattığı bilimden ve gerçekliklerden kopuk bu sanal tablo, Türkiye tablosu değildir. Bu durum toplumsal dönüşümün medya tarafından da tamanlamıyla okunamadığını gösteriyor. Hatta medyada krizin asıl aktörlerinin tamamen tartışma dışı bırakılması ve yalnızca demokratik aktörlerin tartışılması ciddi bir ahlaki sorun oluşturuyor.

AKP’ye dinamizm kazandıran ekonomik ve siyasal bakımda sekülerleşmesini tamamlamış, ancak sosyal açıdan henüz arkaik niteliklerini tamamen tasfiye edememiş bir orta sınıfın varlığı inkâr edilemez. Ulusal sermayenin bu rasyonelleşmeyi saptadığı görülüyor. Ancak Çağlayan ve Tandoğan mitinginde de bir orta sınıf vardır. Çağlayan ve Tandoğan mitingindeki orta sınıf siyaset yaparken, bu siyasetin parametrelerinin, görüntüde ilerici, ancak içerikte oldukça gerici olduğu ve ağırlıklı olarak geçmişe referansla kendini ifade edebildiği tartışması yapılıyor. Atılan sloganlar ve yapılan konuşmalara bakıldığında, sosyal transformasyonu okuyamadığından ciddi kaygılara kapılınan ve huzurun kapı ve pencerelerinin kapatıldığı, ışıkların da söndürüldüğü bir siyasal mekânda arandığı, darbe tehdidinin içten içe rahatlama sağladığı bir orta sınıf tablosu ortaya çıkıyor. Laiklik endişesinin ön plana çıktığı bu mitinglerde, “Türkiye İran olmayacaktır!” biçiminde tek bir sloganın atılmadığı, erkek egemen hiyerarşik yapının en kahredici görünüm biçimi olan militarizmin ağırlıklı taşıyıcısının uygar görünümlü kadınlar olduğu, “ne şeriat, ne darbe” tabelalarının taşınmasına rağmen, yapılan konuşmalarda militarist koşullanmanın bütün politik unsurlarının sahiplenildiği, kimi zaman paramiliter nitelik kazandığı görülüyor. Hayli çelişkili bu tablo, bu orta sınıfın kafasının epey karışık olduğunu ve rasyonel davranış kodlarını henüz geliştiremediğini gösteriyor. Ancak bu kafa karışıklığı, bu kitlenin kendisininde sosyal transformasyon ürünü olduğu halde, bunu korku ve panik eksenli koşullandırmalar nedeniyle kavrayamaması ya da bunu kavrayabilecek iletişim kanallarından beslenmemesiyle pekâlâ açıklanabilir. Her halükarda bu kitlenin, siyasete taraf olmasıyla birlikte yaşayacağı diyalektik, onu hızla rasyonel eksene çekecek ve yeni devrim sürecinin destek ya da karşıt etkisiyle çok önemli bir güvencesi kılacaktır. Yalnızca analitik nitelendirmeyle sınırlı tutulan bu yazı, Türkiye’nin hızla demokratik bir burjuva devrimi yaşadığı tezini savunuyor. Yeni siyasal yapıyı tesis edecek bir Kurucu Meclis’in toplanması zamanı geldi!

Bu yazı daha önce 06.05.2007 tarihli Radikal 2’de yayınlanmıştır. http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=7016