Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu Nihayet Kabul Edildi!

İltica hakkı, temel bir insan hakkı olarak İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi 14. Maddesinde düzenlenmesine, 1951 Cenevre Sözleşmesi ile bir BM sözleşmesi olarak hemen tüm dünyada genel kabul görmüş olmasına ve Türkiye bu sözleşmeyi imzalayan ilk ülkelerden birisi olmasına karşın ülke içinde bir yasal düzenleme yapılma ihtiyacı hissedilecek kadar itibar görmedi ya da görmezden gelindi. AİHM’den sürekli bir şekilde Türkiye aleyhine alınan ihlal kararları ve AB sürecinin getirdiği zorunluluklar sonucunda bu ihtiyaç ilk defa 2011 de hissedildi ve uzun süren çalışmalar 4 Nisan 2013 de yasalaşarak ortaya çıktı.

Doğu ve batı arasında önemli bir köprü olan Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan bu yana sığınmacılar, mülteciler ve illegal yollara başvuran göçmenler için hedef ülke ve kaynak ülke olmanın yanı sıra bu hareketlilikte transit bir ülke olagelmiştir. Bununla birlikte Türkiye’de, uluslararası korumaya muhtaç insanlara gereken desteği ve korumayı sağlamaya yönelik bir mevzuat oluşturmaktan kaçınılarak, söz konusu alan idari önlemler ve uygulamalarla düzenlenmeye çalışıldı. Bu yaklaşımın sonucunda ise, özellikle 2000’li yılların başından itibaren, artan bir şekilde ulusal ve uluslararası kurumların eleştirilerine hedef oldu. Söz konusu eleştirilerin odak noktası ise sığınmacı ve mültecilerin Türkiye’de yaşamaya mecbur bırakıldıkları insan onuru ve haysiyetine yakışmayan şartlardı.

Devletin tüm erklerinin, akademinin, yerel idarelerin ve sivil toplumun gerekli ilgiyi göstermediği bu önemli insan hakkı alanı, uygulamada az sayıdaki bürokratın ve güvenlik güçlerinin inisiyatifine terk edildi. Uygulama büyük ölçüde 1950 de çıkarılan Pasaport Kanunu ve Yabancıların Türkiye de İkamet ve Seyahat Kanunu ve ancak 1994 yılında hazırlanan, son derece yetersiz ve hatalı bir içeriğe sahip olan yönetmelik ve sonraki tarihlerde çıkarılan genelge ve talimatnameler ile idare edilmek istendi. Dolayısıyla eksik mevzuat, uygulamada, farklı illerde, farklı duyarlılıklara sahip uygulayıcılar elinde, farklı pratiklere neden oldu. AB üyelik sürecinde eleştiri konusu olan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında ağır ihlallerin pek çok kez tespit edildiği, ulusal ve uluslararası insan hakları örgütleri tarafından birçok yanlışı işaret edilen bu sistemin en hafif tanımıyla insani olmadığı ve artık devam edemeyeceği maalesef Türkiye’deki yetkililer tarafından ancak son yıllarda görüldü ve kabul edildi.

İçişleri Bakanlığı sığınmacı, mülteci ve yabancılar alanında 2009 yılında çok önemli bir hamlede bulunup “İltica ve Göç Mevzuatı ve İdari Kapasitesini Geliştirme ve Uygulama Bürosu”nu (Büro) kurdu. Büro, geçen süre zarfında çeşitli bakanlıklarla, bu alanda çalışan ve düşünen sivil toplum örgütleri ve akademisyenlerle, yurtiçi ve dışında ulaşabildiği tüm aktörlerle görüşme ve istişarelerde bulunarak bu alana ilişkin Türkiye’nin “ilk yasa tasarısını” hazırladı. Tasarının TBMM sürecinde de sivil toplumun görüşlerini Komisyon çalışmalarında iletebilmeleri imkânı sağlandı. Bu haliyle son derece örnek gösterilebilecek bir yasama faaliyeti süreci yaşandı.[1]

YABANCILAR VE ULUSLARARASI KORUMA KANUNU, Kanun No:6458 ile 4 Nisan 2013 tarihinde TBMM kabul edilmesiyle Türkiye Cumhuriyeti devleti tarihinde ilk kez iltica alanında bir yasaya sahip oldu. Esas itibariyle yürürlüğü 2014 yılına bırakılan bu yeni yasa ile yabancılar ve sığınmacı/mülteciler hakkında dağınık ve günün ihtiyaçlarını karşılayamayan mevzuat güncellenmiş ve şimdiye kadar güvenlik güçleri tarafından idare edilen iltica ve göç alanı sivil bir yapının yönetimi altına girecek. Türkiye tarihinde iltica alanını içeren ilk yasal düzenleme olan bu kanun şüphesiz bu alana ilişkin çok önemli düzenlemeleri ile Türkiye’ye sığınan sığınmacılar adına çok önemli ve tarihi bir fırsat olma özelliğine sahip.

YUKK’da yasanın amacı olarak 1. Madde de; Bu Kanunun amacı; yabancıların Türkiye’ye girişleri, Türkiye’de kalışları ve Türkiye’den çıkışları ile Türkiye’den koruma talep eden yabancılara sağlanacak korumanın kapsamına ve uygulanmasına ilişkin usul ve esasları ve İçişleri Bakanlığına bağlı Göç İdaresi Genel Müdürlüğünün kuruluş, görev, yetki ve sorumluluklarını düzenlemektir. 2. Madde de yasanın kapsamı olarak ise;

(1) Bu Kanun, yabancılarla ilgili iş ve işlemleri; sınırlarda, sınır kapılarında ya da Türkiye içinde yabancıların münferit koruma talepleri üzerine sağlanacak uluslararası korumayı, ayrılmaya zorlandıkları ülkeye geri dönemeyen ve kitlesel olarak Türkiye’ye gelen yabancılara acil olarak sağlanacak geçici korumayı, Göç İdaresi Genel Müdürlüğünün kuruluş, görev, yetki ve sorumluluklarını kapsar.

(2) Bu Kanunun uygulanmasında, Türkiye’nin taraf olduğu milletlerarası anlaşmalar ile özel kanunlardaki hükümler saklıdır; olarak belirlenmiştir.[2]

Türkiye’nin mevcut uygulamasında sorunlar yaratan dar “güvenlik” ekseninden, hukuk devleti ve insan hakları standartlarına dayalı bir “göç ve iltica yönetimi” eksenine geçmesi için tarihi bir fırsat olarak gördüğümüz YUKK ile uluslararası koruma alanında çok önemli ve olumlu bir ilerleme kaydedilecektir. Bununla beraber, özellikle Avrupa dışı ülkelerden kaçıp Türkiye’ye sığınanları Türkiye’de kalıcı bir çözüm mekanizmasının dışında bırakan “coğrafi sınırlama” uygulamasının devam etmesi; sınır dışı, idari gözetim ve uluslararası koruma başvurusu ve statü belirleme konularında öngörülen usul güvenceleri ve itiraz yollarıyla ilgili standartların yeterli olmaması ve idareye geniş takdir yetkisi tanınması kaygı verici noktalar olarak ortaya çıkmaktadır.

YUKK ile Türkiye’nin ilticayı temel bir insan hakkı olarak tanıdığını, mülteci ve sığınmacıları bir “külfet” olarak görmediğini; düzensiz göç ve uluslararası koruma konusunda getirilen usul güvencelerini ve itiraz yollarını kişiler tarafından gerçekten erişilebilir ve etkili bir çare olarak sunduğunu göstermesi için önümüzde tarihi bir fırsat vardır.

Hemen belirtmek isteriz ki; içinde Mültecilerle Dayanışma Derneği, Helsinki Yurttaşlar Derneği, İnsan Hakları Derneği, Uluslararası Af Örgütü-Türkiye Şubesi ve İnsan Hakları Gündemi Derneği’nin de bulunduğu Mülteci Hakları Koordinasyonu (MHK), bu geç kalmış ve alana ilişkin önemli düzenlemeleri içeren tasarıyı genel anlamda desteklemekte. Ancak her yasada olduğu gibi biz insan hakları savunucuları için eksik, yanlış, fazla ve hatta tehlikeli bulduğumuz bir dizi düzenleme bu yasada da mevcut bulunduğunu belirtmek zorundayız. Bu nedenle MHK madde madde yeni tasarıdaki düzenlemeler hakkındaki düşüncelerini, kaygılarını ilgili gerekçeleri ile birlikte hazırlayıp bir dosya olarak yasa taslağının hazırlık sürecinde komisyon üyesi milletvekillerine sundu.[3]

Özellikle yasa taslağının STK ve akademisyenlerle tartışıldıktan sonraki sürecinde tasarı haline dönüşürken “önemli usul güvenceleri konusunda geriye gidişi” MHK’nın kaygılarını artırdı. Bu nedenle bu ilk yasanın olabildiğince daha güzel çıkması yönünde tarafsız ve bağımsız hak örgütü olma ilkesi doğrultusunda bir çaba ve gayret içine girdi. Bu yasa kuşkusuz mevcut durumu çok daha ileri götürecek, sığınmacılar lehine koşulları iyileştirecek ve mutlaka desteklenmesi gereken bir kanun. Ancak her yasada olduğu gibi bu yasa da özgürlük-güvenlik denkleminin bir ara noktasında duruyor ve bu haliyle yasanın tamamının eksiksiz bir şekilde tüm uluslararası insan hakları standartlarını ve usul güvencelerini karşıladığını iddia etmek güçleşiyor.

1951 sözleşmesine konulmuş olan ve halen dünyada çok az ülkede sürdürülen “coğrafi sınırlama” uygulaması bu yasada da varlığını devam ettiriyor ve bütün sistem bu uygulama üzerine inşa edilmiş. Yani Türkiye, yine kendisine sığınan insanlarla birlikte daimi olarak yaşama istek ve arzusunu göstermiş bir iradeye halen sahip değil. Sadece sığınmacıların Türkiye’ye sığınma tarihinden 3. ülkeye yerleştirme tarihine kadar geçen geçici sürede onlara ne gibi bir yaşamı layık gördüğü veya görmediğine ilişkin bir düzenleme yapmış oluyor. Bu sistem ise BMMYK’nın mülteci statüsü tanıdığı kişileri onları kabul eden üçüncü ülkelere yerleştirme becerisine ve Türkiye’den mülteci kabul eden üçüncü ülkelerin bu konudaki isteklerinin devam etmesine bağlı. Türkiye, G-20 ülkelerinden ve artık sürekli ekonomisinin büyümesinden ve ekonomik göstergelerinin iyileşmesinden bahsediyor. Buna karşılık kendi ülkesine sığınan sığınmacılar için daimi olarak ev sahipliği yapma sorumluluk ve “külfeti” içine girmek istemiyor ve “kim alırsa alsın” mantığıyla bu sığınmacıların üçüncü ülkelere paylaştırılmasını istiyor. Ancak artık son yıllarda sürekli azalan bir eğride üçüncü ülkelere yerleştirmeler yapılabiliyor. Üstelik dünyadaki ekonomik ve siyasi gelişmelere göre bu dağıtım mekanizması büsbütün durabilir. Dolayısıyla bu sistemin Türkiye’nin elinde patlayabilecek ve işlevsiz kalabilecek bir sistem olduğunu akıldan çıkarmamak ve buna hazırlıklı olmak gerekiyor. Sonuç olarak devletin esas olarak sığınmacı ve mülteciler alanında “güvenlik” eksenli politikalardan vazgeçerek “insan hakları” eksenli politikalar üretmesi gerekir.[4]


[1]Av. Taner Kılıç, “Türkiye’deki sığınmacılar adına tarihî bir fırsat”, 14.06.2012, Zaman Gazetesi

[2] Yabancılar ve Uluslar arası Koruma Kanunu, Madde: 1-2. Kanun No:6458 ile 4 Nisan 2013

[3] Mülteci Hakları Koordinasyonu Basın Bildirisi, http://www.multecihaklari.org

[4]Av. Taner Kılıç, “Türkiye’deki sığınmacılar adına tarihî bir fırsat”, 14.06.2012, Zaman Gazetesi.