Bu makale Güncel Hukuk Dergisinin 2006 Haziran sayısında yayınlanmıştır.
9.8.1983 gün ve 2872 sayılı Çevre Kanunu, 26.4.2006 gün ve 5491 sayılı kanunla tamamen değiştirilmiştir. Çevre Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair 5491 no lu Kanun, 13.05.2006 gün ve 26167sayılı Resmi Gazetede yayınlanmak suretiyle yürürlüğe girmiştir.
Avrupa Konseyi ülkesi ülkelerinde özellikle 14 Haziran 1992 BM Rio Çevre ve Kalkınma Konferansı Bildirgesi’nden sonra çevre korumada kabul gören yeni kriterlere uygun
yasalaşma çalışmaları başlamış ve devam etmektedir.
Rio Zirvesi Sonuç Bildirgesinin 10.maddesi (çevre ile ilgili bilgilere erişim ve karar verme sürecine katılım), 11.madde (etkili çevre mevzuatı oluşturma), 14.madde (çevre korumada sınırlararası işbirliği), 15.madde ( ihtiyat ilkesi), ile getirilen temel kriterler, uluslar arası çevre koruma sözleşmelerine ve ülkelerin yasal mevzuatlarına girmeye başlamıştır.
26.4.1995 tarihinde Çiller Hükümeti tarafından TBMM’ne gönderilen ‘’Çevre Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı’’, aradan 11 yıl geçtikten sonra Erdoğan Hükümeti döneminde yasalaşmıştır. Bu arada 2006 yılı başlangıcından itibaren yasanın komisyonlardan Meclis’e geleceğini öğrenen ve içeriğini merak eden kişi ve kurumlar TBMM web sitesinde 11 yıl önceki tasarıyı okumakla yetinmişlerdir. İşte bu hükümet degeçmiş hükümetler gibi, üzerinde önemli değişiklikler yapılan tasarıyı son ana kadar
yurttaşlardan gizlemiş ve kaçırmıştır. Böylesine anti-demokratik bir ortamda kapalı kapılar ardında sürekli değişen tasarı ancak TBMM’ne sunulduğu anda birkaç gün için kamuoyunun gündemine girmiştir.
Bu arada Tuzla’da yaşanan ve şirket medyasının her nedense çok önem verdiği zehirli atık gömme skandalı ile Çevre Kanunu Tasarısı tartışması ikinci planda yapılsa da, tasarı hakkındaki bilgi eksikliği nedeniyle temel hedefler saptırılmıştır. Çevre ve Orman Bakanlığı ile TBMM Çevre Komisyonu arasında önceden planlandığı aşikar olan bir organizasyonla
Yasa tam çıkarken eklenen maddelerle kapalı kapılar ardındaki uzlaşma bir kez daha
tezahür etmiştir. Doğal yaşamın ve yurttaşların geleceğini doğrudan ilgilendiren böylesine
önemli bir yasanın 11 yıl gecikmeden sonra ‘’yönetime katılım ve şeffaflık ilkesinin’’ yok sayıldığı anti-demokratik bir girişimle yasalaşması, hepimizin utanması gereken kocaman bir ayıptır. Üstelik yeni yasa ile getirilen bazı olumlu değişiklikler de gölgelenmiş ve hatta yasanın kuyruğuna son dakikada eklenen geçici maddelerle geri alınmıştır.
Önemli gördüğüm olumlu ve olumsuz noktalara değinmeye çalışacağım.
1.madde ile “sürdürülebilir kalkınma” ve “sürdürülebilir çevre” kavramlarının getirilmesi ve bu kavramların içeriklerinin 2.madde de açıklanması ile BM çevre ve kalkınma kriterlerine uyum sağlanmıştır.
3.madde de sivil toplum kurumları, meslek odaları ve herkese çevre koruma hakkını kullanma, karar alma süreçlerine katılma hakları verilmiş, ve Bakanlık ile yerel yönetimlerin
anılan kurumlarla işbirliği yapması öngörülmüştür. Uygulamada, idareler tarafından sürekli engellenen ve Danıştay kararlarında da bir türlü istikrar bulamayan “çevre hakkı” böylece daha güçlü bir yasal dayanağa kavuşmuştur.
3/j maddesinde, genel olarak çevre koruma düzenlemeleri koordinasyonunda Çevre ve Orman Bakanlığı yetkili kılınırken, “2690 sayılı Türkiye Atom Enerjisi Kurumu kanunu kapsamındaki konuların TAEK tarafından yürütüleceği” hükmü ile nükleer enerji reaktör
ve santrallarının Çevre ve Orman Bakanlığı denetimi dışına çıkarılmasına yol açacak bir
kapı açılmıştır. Ancak, bu durumda bile nükleer santral yatırımlarının ÇED kapsamında olduğu kanaatındayım.
Eski yasada, “Merkez Çevre Kurulu” ile yer alan ve 1991 de kaldırılan düzenlemenin benzeri olan “Yüksek Çevre Kurulu” getirilmiştir. Geçmiş uygulamalara bakıldığında, hiçbir işe
yaramayacak göstermelik bir kurumdur. Üstelik Başbakanın belirleyeceği bakanların,
Türkiye çevre politikasına, Çevre bakanlığının politikasını değiştirecek biçimde yön verme olasılığı muhtemeldir.
9.madde ile genelde çevre koruma temel değerlerini yansıtan ve uluslar arası sözleşmeler
ile uyum sağlayan olumlu hükümler getirilmiştir. Doğa korumacı hukukçuların ve sivil toplum kurumların sıklıkla başvuracakları madde metinlerini kısa yorumlarla belirteceğim.
MADDE 9– Çevrenin korunması amacıyla;
a) Doğal çevreyi oluşturan biyolojik çeşitlilik ile bu çeşitliliği barındıran ekosistemin korunması esastır. Biyolojik çeşitliliği koruma ve kullanım esasları, yerel yönetimlerin, üniversitelerin, sivil toplum kuruluşlarının ve ilgili diğer kuruluşların görüşleri alınarak belirlenir.
1992-Rio-Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi ile birlikte ele alındığında önem kazanmaktadır. Özellikle sivil toplum kurumlarının ve akademi dünyasının ülkemizin biyolojik zenginliklerinin tesbiti ve Bakanlık nezdinde korunması için girişimleri için ciddi biçimde örgütlenmeleri ve strateji tesbit etmeleri kaçınılmaz hale gelmiştir.
b) Ülke fizikî mekânında, sürdürülebilir kalkınma ilkesi doğrultusunda, koruma-kullanma dengesi gözetilerek kentsel ve kırsal nüfusun barınma, çalışma, dinlenme, ulaşım gibi ihtiyaçların karşılanması sonucu oluşabilecek çevre kirliliğini önlemek amacıyla nazım ve uygulama imar plânlarına esas teşkil etmek üzere bölge ve havza bazında 1/50.000-1/100.000 ölçekli çevre düzeni plânları Bakanlıkça yapılır, yaptırılır ve onaylanır. Bölge ve havza bazında çevre düzeni plânlarının yapılmasına ilişkin usûl ve esaslar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenir.
c) Ulusal mevzuat ve taraf olduğumuz uluslararası sözleşmeler ile koruma altına alınarak koruma statüsü kazandırılmış alanlar ve ekolojik değeri olan hassas alanların her tür ölçekteki plânlarda gösterilmesi zorunludur. Koruma statüsü kazandırılmış alanlar ve ekolojik değeri olan alanlar, plân kararı dışında kullanılamaz.
Esas itibarıyla doğayı bozan, havamızı, toprağımızı, suyumuzu çalan tüm faaliyetlerin temelinde rant hırsına dayalı bilinçli plansızlık ve ilkesizlik politikası yatmaktadır. Bu hükmün, 3194 sayılı İmar Kanununda yer alması gerekirdi. Uygulamada bazı karışıklıklara ve tereddütlere yol açacak bir düzenlemedir. Ancak, bölge ve havza bazında çevre koruma planlarının bir an önce yapılmasında kamu yararı vardır.
Meslek odalarının ve sivil toplum kurumlarının,; DPT, Bayındırlık Bakanlığı, Yerel Yönetimler,
İl Özel İdareleri tarafından hazırlanan her türlü ölçekteki plana, hazırlık aşamasında katılmaları, gerekli müdahaleleri yapmaları ve son çare olarak itiraz/dava hakkını kullanmaları açısından yeterli gönüllü ve profesyonel insan kaynağına, araç ve gereçlere
Gereksinimi vardır. Türkiye’nin ekolojik değeri hassas olan alanları bir an önce tesbit edilmeli ve bir harita ile kamuya açıklanmalıdır. Alternatif planlar hazırlanmalı, bunların kamu plan kararlarına geçmesi için lobicilik yapılmalıdır. Aksi takdirde, müteahhit ve rantiye lobilerinin
özellikle siyasi partiler kanalıyla yaptıkları girişimler sonucunda meydana gelen yapılaşmalar
ve tesisler sayesinde bu ülkede biyolojik zenginlikler ve ekolojik değerler yok olacak ve gelecek nesiller tarafından yalnızca kitaplarda okunabilecektir.
Bu vesileyle, AKP Hükümeti döneminde; 2B – ormanların yağmalanmasına ilişkin Anayasa değişikliği girişimi ile sonradan gündeme gelen Kıyı Kanunu tasarısı, nükleer santral politikası, Madencilik Kanunu Değişikliği ve genel icraatları ile ülkemizin doğal ve kültürel zenginliklerinin çok yakın ve açık bir doğa katliamı tehlikesi ile karşı karşıya kaldığını, önemle belirtmek isterim. Hükümet, doğal zenginliklere yalnızca rant gözlüğüyle bakmaktadır.
e) Sulak alanların doğal yapılarının ve ekolojik dengelerinin korunması esastır. Sulak alanların doldurulması ve kurutulması yolu ile arazi kazanılamaz. Bu hükme aykırı olarak arazi kazanılması halinde söz konusu alan faaliyet sahibince eski haline getirilir.
Sulak alanların korunması ve yönetimine ilişkin usûl ve esaslar ilgili kurum ve kuruluşların görüşü alınarak Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenir.
1971-Ramsar-Özellikle Su Kuşları Yaşama Ortamı Olarak Uluslar arası Öneme Sahip Sulak Alanlar Hakkında Sözleşmenin Türkiye tarafından 1993 yılında onaylanması ile Bakanlık tarafından sulak alanlar tebliğleri yayınlanmaya başlamıştır. 1950-Bataklıkların Kurutulması ve Bunlardan Elde Edilecek Topraklar Hakkındaki Kanunun yürürlükten kaldırılmasına ilişkin olarak taslakta yer alan bir hüküm yine sihirli bir el tarafından maalesef kaldırılmıştır. 2.madde ile “sulak alan” tanımının yasalaşması önemlidir.
f) Biyolojik çeşitliliğin sürdürülebilirliliğinin sağlanması bakımından nesli tehdit veya tehlike altında olanlar ile nadir bitki ve hayvan türlerinin korunması esas olup, mevzuata aykırı biçimde ticarete konu edilmeleri yasaktır.
h) Ülkenin deniz, yeraltı ve yerüstü su kaynaklarının ve su ürünleri istihsal alanlarının korunarak kullanılmasının sağlanması ve kirlenmeye karşı korunması esastır. Atıksu yönetimi ile ilgili politikaların oluşturulması ve koordinasyonunun sağlanması Bakanlığın sorumluluğundadır. Su ürünleri istihsal alanları ile ilgili alıcı ortam standartları Tarım ve Köyişleri Bakanlığınca belirlenir.
Denizlerde yapılacak balık çiftlikleri, hassas alan niteliğindeki kapalı koy ve körfezler ile doğal ve arkeolojik sit alanlarında kurulamaz.
Bu maddelerin doğayı koruyacak biçimde uygulanabilmesi için Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesindeki Koruma Kurulları üzerindeki siyasi baskının kaldırılması ve olanaklarının arttırılması gerekmektedir. Ancak, Kültür ve Turizm Bakanlıkların birleştirilmesi
ile doğal ve arkeolojik sitlerin derecesinin düşürülmesi ve koyların turizm işletmelerine ikram
edilmesi politikası açıkça uygulanmaya başlamıştır. Üniversiteler ve meslek odaları, alternatif
koruma politika ve planlarını geliştirmeli, müteahhit ve rant lobisi hakimiyetini kırmalıdırlar.
Şirket medyası ise doğa koruma politikasına magazinsel değil araştırmacı gazetecilik açısından bakmalı ve gerekli önemi sürekli vermelidir.
Çevre etki değerlendirmesini düzenleyen 10.madde 1983’te yürürlüğe girmiş, ama malum
lobilerin başarılı engelleme politikası ile ÇED Yönetmeliği 6 ay içinde çıkarılması gerekirken
10 sene (!) sonra 1993’te yayınlanmıştır. Bu kadar uzun gecikmeden sonra kör topal uygulamaya konulan ÇED Yönetmeliği yine malum lobilerin etkileri ile defalarca hep çevre
koruma ilkesinin aleyhinde değişikliklere uğramıştır. Örneğin Bergama-Ovacık altın madeni
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Danıştay kararlarına rağmen ÇED Yönetmeliğine getirilen Ek.3.maddeye göre şu anda yeniden işletmeye açılmıştır.
Bu arada, 26.5.2004 gün ve 5177 no lu Madencilik Kanununda Değişiklik Yapan Kanuna eklenen bir fıkra ile “petrol, jeotermal kaynak ve maden arama faaliyetleri ÇED kapsamı dışına çıkarılmış ve Başbakanlık tarafından hazırlanan bir Yönetmelik kapsamına alınmıştır. Hiçbir Avrupa Konseyi ülkesinde bulunmayan bu doğa düşmanı maddelerin iptali için Ana Muhalefet Partisinin yürütmenin durdurulması istemi ile Anayasa Mahkemesinde açmış
olduğu davanın üzerinden tam 2 yıl geçmiş olmasına karşın her hangi bir karar verilmemiştir.
3213 Sayılı Maden Yasasının 17/5. Maddesine göre; “…Arama döneminde teknolojik araştırma, geliştirme, pilot çalışmalar ve pazar araştırmaları yapmak üzere arama faaliyet raporu ile birlikte müracaat eden ruhsat sahibine, Genel Müdürlükçe görünür rezervin %10’una kadar maden üretim ve satış izni verilebilir…”
İşte, geçmiş hükümetlerin ve AKP hükümetinin ÇED konusundaki bu yanlış ve duyarsız
politikaları belki de bu yeni yasa ile değişir umudu ile bekleyenler, 10.maddeye yine
petrol, jeotermal ve maden arama faaliyetlerinin ÇED kapsamı dışında bırakılması hükmünün konulması karşısında hayretler içinde kaldı. 26.4.2006 günü TBMM oturumunda
bu doğa düşmanı maddenin yasa taslağından çıkarılması önerisini getiren AKP Bursa Milletvekili Ertuğrul Yalçınbayır’ın önerisi ise Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe ile Çevre Komisyonu Başkanı Münir Erkal’ın katılmama yolunda görüş bildirmeleri üzerine AKP milletvekillerinin oyları ile reddedilmiş ve maalesef yasa, madencilerin lobisine bir kez daha teslim olmuştur.
11.madde (izin alma, arıtma ve bertaraf etme yükümlülüğü) ile tesis ve işletmelerin çevreye
zararlı atıklarının kontrolu için ayrıntılı hükümler getirilmiştir. Ancak, bu maddenin uygulanması için 5 adet yeni yönetmeliğin çıkarılması gerekmektedir. Bu durumda evvelce
çıkarılan Kentsel Atıksu Arıtım Yönetmeliği (R.G. 8.1.2006- 26047), Su Kirliliği Kontrol Yönetmeliği (31.12.2004- 25687), Tehlikeli Maddelerin Su ve Çevresinde Neden Olduğu Kirliliğin Kontrolu Yönetmeliği (26.11.2005- 26005) ve katı atıklarla ilgili yönetmelik hükümlerinin halen yürürlükte olduğunu belirtmek gerekiyor. Ancak, madde metninde belirtilen 5 adet yönetmelik bir an önce çıkarılmadıkça uygulamada karışıklıklar meydana gelebilecektir.
12. madde ile bu kanun hükümlerine uyulup uyulmadığının denetiminde Bakanlık yanı sıra
İl Özel İdareleri ve Çevre denetim birimlerini kuran Belediyelere veya bakanlıkça uygun görülen diğer kurum ve kuruluşlara da yetki devrini öngören önemli bir değişiklik yapılmıştır. İl Özel İdareleri ve Belediyelere gerekli örgütlenmelerini tamamlamadan ve kendi uygulamalarında çevre korumacı niteliklerini kanıtlamadan bu yetki devir edilmemelidir. Bir başka deyişle, sulak alanlarda veya kıyılarda yapılaşmaya dönük imar plan değişikliği yapan veya ağır çevre riski olan tesislere kolayca izin veren belediye ve İl özel idarelerine bu yetki verildiği takdirde ciddi doğa katliamlarıyla karşılaşabiliriz. Bakanlıkça uygun görülecek diğer kurum ve kuruluşlar Yönetmelik ile düzenlenirken çok hassas davranılmalıdır.
Yönetmeliklere aykırı davranan tesislerin faaliyetlerinin durdurulmasına ilişkin 15.maddeye
yapılan ilavelerle ; çevre ve insan sağlığına yönünden tehlike yaratan faaliyetlerin süre verilmeksizin durdurulacağı, süre verilmesi veya faaliyetin durdurulmasının yasada öngörülen cezaların uygulanmasına engel teşkil etmeyeceği, hükme bağlanmıştır.
Madde 20 ile düzenlenen idari nitelikteki para cezaları oldukça arttırılmıştır. Bu maddenin uygulamasında Türk Ceza Kanunu ile diğer kanunların, fiilin suç oluşturması haline ilişkin hükümleri saklıdır. Böylece, çevreyi kasten kirletenler ve bir kimsenin sağlığını bozan gürültü yapanlar hakkında hem idari para cezası verilecek hem de cezai soruşturma sonucunda TCK. 181, 182 ve 183.maddelerinin ihlali nedeniyle ceza davası açılabilecektir.
30.madde, ” “Bilgi edinme ve başvuru hakkı” başlığı altında, yeniden düzenlenmiştir.
MADDE 30- Çevreyi kirleten veya bozan bir faaliyetten zarar gören veya haberdar olan herkes ilgili mercilere başvurarak faaliyetle ilgili gerekli önlemlerin alınmasını veya faaliyetin durdurulmasını isteyebilir.
Herkes, 9/10/2003 tarihli ve 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu kapsamında çevreye ilişkin bilgilere ulaşma hakkına sahiptir. Ancak, açıklanması halinde üreme alanları, nadir türler gibi çevresel değerlere zarar verecek bilgilere ilişkin talepler de bu Kanun kapsamında reddedilebilir.”
Yasanın 3. maddesi uyarınca çevrenin korunması ve kirliliğin önlenmesi ile görevli olan çevre korumacı sivil toplum örgütlerinin, meslek odalarının ve duyarlı yurttaşların Yasanın 9, 15. ve 30. maddesine dayalı olarak yapacağı başvurular ve bu başvuruların akibetinin sürekli takip edilmesi önem kazanmaktadır.
Geçici Madde 2- “Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihte faal durumda olan işletmelere bu Kanun ve yönetmeliklerle getirilen ek yükümlülüklerin gerçekleştirilmesi için, yönetmeliklerin yayımlanmasından sonra, Bakanlıkça bir yıla kadar süre verilebilir.
872 sayılı Çevre Kanununun 9 uncu maddesinin (h) bendine aykırı tesisler, bu Kanunun yayımı tarihinden itibaren bir yıl içerisinde kapatılır”.
Geçici 2.maddenin birinci fıkrası ile çevreyi kirleten ve doğayı katleden işletmelere bir yıla kadar, riskli faaliyetlerini sürdürme olanağı sağlanmaktadır. Bu düzenleme, şu anda faal durumda olan işletmelerin, ek yükümlülükler bahanesi ile çevreyi kirletmelerine ve ekolojik dengeyi bozmalarına bir yıla kadar göz yummak anlamına gelmektedir. Diğer yandan, yeni işletmeye açılacak işletmelere bir takım yükümlülükler getirilip, eski işletmelerin bu yükümlülüklerden bir yıl süre ile muaf tutulması, Anayasa’nın 10.maddesindeki “yasa önünde eşitlik” ilkesine aykırıdır.
İkinci fıkra ile de denizlerde kirlenmeye yol açtığı için “hassas alan” niteliğindeki kapalı koylarda, körfezlerde ve arkeolojik sit alanlarında” kurulması yasaklanmasına karşın, şu anda faaliyette bulunan çiftliklerin bir yıl süre ile kirlenmeye yol açan faaliyetlerine olanak sağlanmaktadır. Doğal ve kültürel Mirasın korunmasına ilişkin Anayasa’nın 56. ve 63. maddelerine, konuyu düzenleyen uluslar arası çevre koruma sözleşmelerine aykırıdır.
Geçici Madde 3/1; “Bu Kanunun yürürlüğe girmesinden önce Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği hükümlerine tâbi olduğu halde, yükümlülüklerini yerine getirmeyenlerden, halihazırda yer seçimi uygun olanlar, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren altı ay içinde, ilgili yönetmelikler çerçevesinde gerekli yükümlülüklerini yerine getirdiklerini gösterir çevresel durum değerlendirme raporunu hazırlayarak Bakanlığa sunar. İlgili yönetmeliklerde belirlenen şartları sağlayanlar başvuru tarihinden itibaren altı ay içinde karara bağlanır.
Bu düzenleme ile yasaya ve ÇED Yönetmeliği’ne aykırı faaliyetlere bir tür af getirilmektedir. Evvelce 16.12.2003 günlü ÇED Yönetmeliğinin Geçici 3.maddesi ile getirilen ÇED muafiyeti bu defa yasaya konulmuştur. Böylece ÇED sistemi bir kez daha ihlal edilmiş ve ÇED Olumlu belgesini alan diğer tesislerle eşit olmayan bir durum yaratılmıştır. Anayasanın 56. ve 10.maddelerine aykırı olan bu maddenin iptal istemiyle Anayasa Mahkemesi önüne getirilmesinde kamu yararı vardır.
GEÇİCİ MADDE 4- Atıksu arıtma ve evsel nitelikli katı atık bertaraf tesisini kurmamış belediyeler ile, halihazırda faaliyette olup, atıksu arıtma tesisini kurmamış organize sanayi bölgeleri, diğer sanayi kuruluşları ile yerleşim birimleri, bu tesislerin kurulmasına ilişkin iş termin plânlarını bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde Bakanlığa sunmak ve aşağıda belirtilen sürelerde işletmeye almak zorundadır.
İşletmeye alma süreleri, iş termin plânının Bakanlığa sunulmasından itibaren; belediyelerde nüfusu, 100.000’den fazla olanlarda 3 yıl, 100.000 ilâ 50.000 arasında olanlarda 5 yıl, 50.000 ilâ 10.000 arasında olanlarda 7 yıl, 10.000 ilâ 2.000 arasında olanlarda 10 yıl, organize sanayi bölgeleriyle bunların dışında kalan endüstri tesislerinde ve atıksu üreten her türlü tesiste 2 yıldır
İşte bu madde ile halihazırda arıtma tesisi kurmadan doğayı mahveden tesislere yeniden süre erilmek suretiyle Anayasanın 56 ve 10 maddelerine aykırı bir düzenleme yapılmıştır. Yasanın kabul edildiği gün, çevreyi kirletmede muafiyet süreleri, AKP milletvekillerinin değişiklik önergesi teklifleri ile Çevre Bakanı ve TBMM Komisyon Başkanının bu önergeye onay vermeleri ile uzatılmış ve böylece yasanın olumlu değişiklikler içeren tüm maddeleri işlenemez halegetirilmiştir.
Ayrıca çevre suç ve cezalarını düzenleyen 26.9.2004 kabul tarihli 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu 1.4.2005 günü yürürlüğe girmiştir. Ancak, yasada son dakikada AKP milletvekillerinin önerisi ile kasten ve taksirle çevreyi kirletme suçunu işleyenler hakkındaki 181/1 ve 182/1 maddelerin uygulanması 2 yıl süreyle (12.10.2006’ya kadar) ertelenmiştir. Bu doğa zararlısı ertelemenin bitimine yaklaşık 6 ay kala bu defa Çevre Kanununa getirilen Geçici Madde 2 ve 4 ile verilen sürelerle 12.10.2006 günü başlaması gereken çevre suç ve cezaları uygulaması da bir başka bahara kalmıştır.
Sonuç olarak, AKP Hükümetinin Çevre Kanununda değişiklik yapan yeni kanunu, kanununun hazırlanma sürecindeki anti-demokratik yaklaşım ve yöntemler sonucunda doğamızı zehirleyenlere yeni muafiyetler ve imkanlar vermek suretiyle “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” lobisinin arayıpta bulamadığı bir ortam yaratmıştır. Yasa bu durumuyla, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına (Anayasa 56), yaşam hakkına (Anayasa 17) ve kanun
önünde eşitlik ilkesine (Anayasa 10) temelden aykırıdır. Ayrıca Anayasanın 90.maddesine 7.5.2004 gün ve 5170/7 sayılı yasayla eklenen maddeye göre; yeni çevre kanunumuz, Rio, Ramsar, Bern gibi taraf olduğumuz uluslar arası çevre koruma sözleşmelerine aykırı hükümler içermektedir. Türkiye, bu yasa ile, çevre koruma politikasında sınıfta kalmıştır.
Noyan Özkan, Avukat