08.01.2005
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) 23.09.2004 tarihinde, İzmir Savaş Karşıtları Derneği (İSKD) ve diğerleri / Türkiye başvurusunda (46257/99 nolu) “kabuledilirlik” kararı verdi. Bu kararı ilginç kılan; davanın başvurudan sonra, baskılar nedeni ile, kendini fesih etmiş bir dernek tarafından açılmış olması ve başvuru konusunun; dernekler yasası olması idi. 1994 yılında, iç işleri bakanlığından izin almadan iki üyesini uluslararası toplantılara gönderdi diye İSKD yönetim kurulu üyeleri, 2908 sayılı dernekler yasasının uygulanması suretiyle önce hapis sonra para cezasına mahkum edildiler. Bu karar, Türkiye’de mahkemelerin 1996 yılında insan hakları hukukunu nasıl algılayıp yorumladıklarına dair iyi bir örnektir. Zira, sanıklar mahkemeden, Anayasa md.90 gereği kanun niteliğinde olan AİHS’nin uygulanarak eylemin suç olarak nitelenmemesini talep etmişti. Buna karşılık mahkeme, uluslararası sözleşmeleri dikkate almayacağını açıkça söylemiş, Yargıtay’da bunu onamıştı. Oysa bugün, sayıları çok az olmakla beraber bazı mahkemelerin artık, AİHS’i doğrudan uygulayarak hüküm oluşturduklarını biliyoruz. Örneğin İnsan Hakları Gündemi derneğinin -tüzükteki şekil eksikliği nedeniyle-kapatılması istemini sözleşmenin 11. maddesine aykırı bularak ret eden İzmir 7.Asliye Hukuk mahkemesi kararı gibi.
AİHM, kabuledilirlik kararında; hükümetin; İSKD’ nin kendini fesih ettiği, dolayısıyla davacılık sıfatının sona erdiği itirazını ret ederken şöyle demiştir;
“Mahkeme; kendi içtihatlarına göre, “zarar gören” kavramı ile; uyuşmazlık konusu davranıştan doğrudan etkilenen kişinin kastedildiğini, sözleşmenin gereklerindeki bir noksanlığın, zarar olarak kavranabileceğini hatırlatır. Bir kimse, sözleşme ile güvence altına alınmış olan haklarına müdahale edildiğinde, müdahaleyi meydana getiren olaylardan doğrudan etkilenmişse; müdahalenin”zarar göreni” olarak nitelendirilebilir. Bunun için, tüzel kişiliğe sahip bir derneğin üyesi oldukları esnada yetkili makamlarca dernek kurma özgürlüklerine müdahale edildiğinin tespiti gerekir.”
Zaten, davacılar da; İSKD’nin kendini fesih etmesindeki en önemli sebebinin 12 eylül ürünü olan 2908 sayılı dernekler yasası olduğunu, Türkiye’de insan hakları ihlallerini, ordunun siyasal yaşamdaki rolünü ve genel olarak anti-demokratik devlet yapısını kamusal alanda eleştiren tüm diğer dernekler gibi İSKD’nin de 1990’lı yıllar boyunca sıkça kamu otoritesinin keyfi uygulamalarına maruz kaldığını söylemiştir. Ayrıca, dernek etkinliklerini kamu otoritesinin iznine bağlayan yasa maddelerinin keyfi uygulamaların zeminini oluşturduğunu belirterek, uzun zaman ve büyük enerji harcanarak ön hazırlıkları yapılan etkinliklerin kamu otoritesinin son dakika kararlarıyla engellendiğine dair örnekler vermişlerdir.
Bu karardaki diğer önemli bir nokta ise; hükümetin, dernekler yasasında öngörülen “iznin” demokratik toplum gereklerine uygun olduğunu ileri sürerken dayandığı gerekçedir. Sözü edilen kabuledilirlik kararında açıklanan gerekçe şöyledir.
“İç işleri bakanlığının sözü edilen izni; Türk vatandaşlarının yabancı ülkelerdeki ve yabancı ülke vatandaşlarının da Türkiye’deki diplomatik korunması kapsamında anlaşılmalıdır. İzinden önce Dışişleri Bakanlığı’nın görüşünün alınmasının neden ise; vatandaşların, gidilen yabancı ülkede güvenliğini sağlamak, herhangi bir olay gerçekleştiğinde kişinin yurda dönüşünü sağlamak maksadı ile gerekli müdahalenin gerçekleştirilmesidir.”
Bunu duyunca, oh ! ne güzel, vatandaşını çok düşünen bir hükümetimiz var, yurt dışına çıkarken başımıza bir şey gelmesin diye her türlü önlemi alıyor diye sevinebilirsiniz. Ancak bu sevinç yarım kalabilir. Zira, her nedense bu önlem, (23 Kasım 2004 tarihinde yürürlüğe giren 5253 sayılı yeni dernekler yasasına kadar) dernek üyeleri için geçerli idi. Şirket, veya başka bir kurum üyesi ya da sade vatandaş olarak kendi kendine yurt dışına gidenler maalesef bu korumadan! yararlanamayacaktı. İşte, İSKD yönetim kurulu üyeleri yurt dışında ki toplantılarda dernek adına temsilci gönderirken , hak ettikleri korumayı ret ettikleri ! için mahkum oldular.
Her şeyden önce söylemek gerekir ki, özgürlüklere yönelik müdahalelerin ulusal yasalarda düzenlemesi Strasbourg mahkemesinin denetimi açısından bir anlam ifade etmez. Zira, hem idari uygulamalar, hem mahkeme kararları, hem de anayasa dahil ulusal yasalar, AİHS normlarına uygun olmak zorunadır. Bu zorunluluk, ulusalüstü hukuk anlayışının doğal sonucudur. AİHM, devletlerin bazı hak ve özgürlükleri sınırlandırmasını mümkün kılarken sınırlama ölçütleri getirmiştir. Yani sınırlamaların sınırlanması söz konusudur. Yasallık, amacın meşruluğu ve orantısallık gibi sınırlama ölçütlerinin dışında; çok önemli bir ölçüt daha vardır. O da; özgürlüğe yönelik müdahalenin “demokratik toplumda alınması gereken zorunlu önlem” niteliğini taşımasıdır.
Hem eki dernekler, hem de mevcut toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasasına bakacak olursak, neredeyse tüm faaliyetlerin ya izne yada bildirime tabii olduğunu görürüz. İzin şartı bir yana, Türkiye’de etkinlikler için bildirimde bulunmadığı için yargılanıp ceza alan yüzlerce dernek yöneticisi vardır. Oysa dernek kurmak ve toplantı özgürlüğünün en önemli boyutu; bireylerin kamusal alanda kanaat oluşturması ve bu kanaatleri başkalarına iletmelerinin mümkün kılınmasıdır. Devletin resmi görüşü dışında bir düşünceyi yaygınlaştırabilmek için örgütlen me şansına ve olanaklarına sahip olabildikleri oranda, dernek kurma özgürlüğünden söz edilebilir. Uluslararası bir toplantıya katılabilmek için izin yada bildirimi şart koşmak, kanaat oluşturma sürecini kamu otoritesinin müdahalesine açık kıldığı için örgütlenme özgürlüğüne yönelik bir darbedir. AB uyum yasaları çerçevesinde yeni bir dernekler yasası çıkarılmışsa da, demokratik toplum gereklerine uygun bir uygulamadan söz etmek için henüz çok erken. Çünkü, genellikle yasalar kağıt üzerinde kalmakta ve uygulamada bir şey değişmemektedir. Bugün dernek kurmak isteyen, yada mevcut dernekleri yönetenler, hala yüzlerce caydırıcı bürokratik işleme maruz kalmaktadır. 24 saat önceden haber verilmesi koşuluyla dernek binalarının “denetlenmesi” mümkündür. Yeni yasada dahi dernek yöneticileri için, genel ceza hükümleri dışında, istisnai ceza hükümlerinin düzenlenmesine ihtiyaç duyulmaktadır.
Kısıtlamaları temel, özgürlüğü istisna olarak değerlendiren bu tür yasaların altında yatan; cumhuriyet kadrolarına da egemen olan; toplumu merkezden yönlendirme anlayışıdır. Her türlü faaliyet devletin rahatlıkla müdahale edebileceği bir süre öncesinden, bildirime ve/veya izne tabi tutulmalı ki, rejim karşıtı hiç bir düşünce ve faaliyet gerçekleşme olanağı bulamasın. Yurt dışı ilişkileri ise en tehlikelisi olduğundan, mutlaka haberdar olunmalıdır, Bugünkü yasaya göre bile yabancı ! dernekler İçişleri bakanlığının izni ile faaliyette veya işbirliğinde bulunabilir. AB ülkesi 25 ülkenin dernekleri bundan sonra yabancı sayılacak mı?
Demokratik bir toplumdan bahsedebilmek, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün tam olarak sağlanması ile mümkündür. Bunun için hem devlet hem de toplum katında “örgütlenme özgürlüğü kültürünün” oluşması gerekir. Otoriteden kaynaklanın ceberut tutumu bir yana bırakalım, toplumun örgütlülük kültürüne yabancılığı ayrı bir sorun olarak karşımıza çıkar. Çok uzun yıllardan beri örgüt ve örgütlenme kelimeleri “bela” ile eşdeğer anlamdadır. Ülkede mevcut dernek üyesi sayısının azlığı kadar, mevcut derneklerin sivil toplum örgütü olmaktan uzak yapıları da adeta bunu kanıtlar niteliktedir.
Şimdi, AB sürecinde demokratik toplum gereklerine uygun örgütlenme kültürünü geliştirmemiz gerekecek. Toplumu yukarıdan inşa eden anlayış yerine, birey den başlayıp en tepeye giden, aşağıdan yukarıya doğru bir örgütlülük kültürü bu. Zira örgütlenme özgürlüğü, bir kültürün ürünü olup, bu özgürlüklerin kullanımı toplum katmanlarından gelen taleple doğrudan bağlantılıdır. Artık, en son olarak 12 Eylül de giydirilen bu gömleğini yırtıp atmanın zamanıdır.
MEHMET NUR TERZİ
Avukat