Bomba Felsefesinin Dönüşü

15.01.2006

İnsan hakları kuruluşlarının tepkisi çeken, tartışmalı yeni Terörle Mücadele Yasa Tasarısı, Adalet Bakanlığı’nda. Tartışmanın odağında, AKP’li hukukçulardan oluşan bir komisyonun, tasarıya eski tanım yerine AB Konseyi’nin çerçeve kararındaki ‘terör’ tanımını önermesi var.

Londra’da, Temmuz 2005’te gerçekleşen saldırılardan birkaç ay önce, ‘European Security Advocacy Group/Avrupa Güvenliğini Savunma Grubu’ (ESAG) Türkçe dahil olmak üzere, toplam sekiz Avrupa dilinde yayınladığı bildirgeye, “Avrupa Birliği bizi politik anlamda birleştirecek. Peki terörizm karşısında da birleştirebilecek mi?” sorusunu sorarak başlamıştı. Bildirgede son on yılda dünya üzerindeki “terör” saldırılarının yüzde 34’ünün Avrupa’da gerçekleştiğini belirten ESAG’a göre, asıl soru “Avrupa Birliği ve üye ülkeleri değerlerimizi, demokrasi ve özgürlüğümüzü feda etmeden terör karşıtı yapılması gerekenleri yapacak politik isteğe sahip mi?” sorusuydu. Bu soru, 3 Ekim 2005 itibarıyla AB ile tam üyelik müzakerelerine başlayan Türkiye için de can alıcı bir soru. Ancak, gerek AB ülkelerinin gerekse Türkiye’nin “terörizm” karşısında sergilediği tutumu gözönüne aldığımızda bu soruya olumlu bir yanıt vermek oldukça zor. Bunun en temel nedenlerinden biri de başta AB ülkeleri olmak üzere, en temel hak ve özgürlüklerden doğan barışçıl eylemleri bile “terörist” eylemler olarak nitelemeye müsait “terörizm” tanımlarının yer aldığı ulusal ve bölgesel anti-terör yasaları.

Etimolojik açıdan “korkutmak”, “yıldırmak” gibi anlamlara gelen “terörizm” terimini kullanan ilk kişi, antik-Grek düşünürü ve tarihçi Xenophon’dur. Xenophon, “terörün” savaş zamanında düşman nüfusa karşı psikolojik etki yaratmak amacıyla kullanıldığını söylemiştir. Kavramın, modern bir fenomen olarak uluslararası bir sözleşmeye konu olması ilk kez Milletler Cemiyeti’ne dayanır. 1937 tarihli ‘Terörizmin Cezalandırılması ve Önlenmesi için Uluslararası Sözleşme’ bir ilki oluşturmakla birlikte, Milletler Cemiyeti’nin kendisiyle birlikte geçersiz hale geldi. Bununla birlikte, BM 1960’ların ve 70’lerin ilk hava korsanlığı eylemlerinden beri, yaklaşık 30 yıldır hazırladığı sözleşmeler ve aldığı kararlar yoluyla “terörizmin” tanımına ilişkin tavsiye edilmesi için faaliyetlerde bulunuyor. Ancak, uluslararası toplumun, “terörizme” ilişkin neredeyse 70 yıllık mücadelesine rağmen, henüz uluslararası düzeyde kabul görmüş bir “terörizm” tanımı yok.

İnsan hakları ve “terörizm”e dair BM özel raportörü, alt-komisyona sunduğu raporunda uluslararası toplum tarafından 1937’den beri yürütülen faaliyetlerin, “terörizm” kavramı tanımlamada başarısız olduğunu ve kapsayıcı bir tanımdan çok suçtan suça, konudan konuya değişen parça parça tanımlar yapıldığını açıkça belirtmiştir. Özel raportöre göre, tartışmalı bir konu olarak “terörizme” çok farklı perspektiflerden ve bağlamlardan yaklaşıldığı için bugüne kadar uluslararası toplumun genel olarak kabul ettiği bir tanıma ulaşılamadığı gibi, terim duygusal ve yoğun siyasi anlamlar barındırıyor. Alışkanlık olarak bu terim örtülü bir olumsuz hüküm barındırmakta ve seçici bir biçimde kullanılıyor.

Nitekim, Amerikalı siyaset bilimci Michael Walzer, terörizm üzerine sorduğu beş sorunun birincisinde “terörizm” teriminin üç farklı şekilde kullanılabileceğini ifade ediyor. Terim en sık şekilde Filistin Kurtuluş Örgütü, İrlanda Cumhuriyet Ordusu, Bask Ayrılıkçı Hareketi, Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi vb. ulusal özgürlük ya da devrimci hareketler için kullanılıyor. Fakat, terim aynı zamanda “devlet terörizmi” olarak otoriter ve totaliter sistemler için kullanılıyor. Bu tür sistemlerde hükümetler, politik muhalefetin imkansızlığını göstermek için kendi insanlarına karşı korku ve dehşet saçıyorlar. Arjantin’deki kayıp vakaları buna güzel bir örnektir. Son olarak terim, “savaş terörizmi” olarak da kullanılabiliyor. Bunun en klasik örneği Hiroşima’dır. Ancak hepsindeki ortak nokta, hem askeri hem de politik anlamda savaşçı olmayanların yani asker olmayan, resmi görevli olmayan silahsız sıradan insanların hedef seçilmesidir.

Bugün dönüp geriye baktığımızda, Türkiye’nin hastalıklı bir tarih anlayışıyla birlikte, terimin yukarıda sıralamaya çalıştığımız her üç kullanımına da sahne olduğunu pekala söyleyebiliriz. Bir yanda, üstün ideolojileri veya dini inançları doğrultusunda, amaçlarını hayata geçirmek için her türlü aracı meşru sayan silahlı politik grupların gerçekleştirdiği ihlaller: Örgüt içi infazlar, işkenceler, ayrım gözetmeksizin yapılan bombalı ve mayınlı saldırılar, sivillere, sivil yerleşim bölgelerine ve araçlara saldırılar, çatışmanın tarafı olmayan devlet memurlarını ve güvenlik görevlilerini rehin alma eylemleri. Diğer yandan, sürekli bir bölünme ve yıkılma tehdidi altındaki Türkiye Cumhuriyeti’nin, kimi zaman askeri darbeler, olağanüstü haller yoluyla açıktan açığa gerçekleştirdiği yargısız infazlar, işkenceler, kayıplar; kimi zaman da devletin “şerefli” zatlarınca gizlice gerçekleştirilip, Susurluk veya Şemdinli usulü açığa çıkan zulmün gizli yüzü. Sonuncusu ise malumunuz, yaklaşık 90 yıl önce, I. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru yüz binlerce Ermenin ölümüyle sonuçlanan ve halen tartışılması durumunda bile kıyametlerin koptuğu bir savaş terörizmi.

Tartışmalı Yeni Tasarı
Kısacası patlayan bombalar, ölen insanlar, ölen insanların üzerinekurulu bir siyaset ve onun ürettiği “terörizm” yasaları. Son olarakhazırlanan “Terörle Mücadele Yasa Tasarısı” ise bunun en somut birörneği. Önemli bir bölümü basında yansıyan tasarı, gerek Türkiye’degerekse uluslararası düzeyde faaliyet yürüten insan haklarıçevrelerinin tepkisini üzerine çekmiş durumda. En fazla eleştiri alansorunlardan biri de tasarıdaki “terör” tanımı. Terör tanımında birdeğişiklik yok açıklamalarına rağmen, tasarı mevcut yasadakinden çokdaha geniş ve muğlak bir tanım içeriyor. Son olarak, AKP’lihukukçulardan oluşan bir komisyonun, tasarıdaki tanım yerine ABKonseyi’nin çerçeve kararındaki tanımının getirilmesini tavsiye etmesiise, endişeleri gidermek yerine artırıcı nitelikte.

AB Komisyonu tarafından Eylül 2001 tarihinde hazırlanan ilk metinden bu yana, çerçeve karardaki tanım büyük ölçüde değiştirildi, eski tanım yerine harmonize edilmiş bir terör tanımı konuldu. Bununla birlikte, bu tanım kanuni olmanın gereklilikleriyle örtüşemedi. AB’ye üye olan devletler daha önce kendi ulusal yasalarında herhangi bir terör tanımı bulunmadığı halde, çerçeve kararla ulusal yasalarını değiştirerek muğlak tanım hatasına düştüler. Çerçeve karardaki tanım, “Karar, AB’yi oluşturan anlaşmanın 6. maddesinde kabul edilen yasal prensiplere ve temel haklara saygı gösterilmesine yönelik zorunlulukların değiştirilmesine etki etmeyecektir” diyor. Ancak, içerdiği diğer unsurlarla birlikte ele alındığında, çerçeve kararın temel hak ve özgürlüklere ciddi şekilde zarar verebileceği endişesi, uluslararası düzeyde faaliyet gösteren insan hakları örgütlerinin genel görüşüdür. Hepsinden önemlisi, onayladığı insan hakları sözleşmelerine dahi uygun davranmakta zorlanan Türkiye, AB üyesi olmadığı için Maastrich Anlaşması’nın bir tarafı da değildir. Bu haliyle, tasarı o ya da bu şekilde karşımıza beterin beteri olarak çıkmaktadır.

Sonuçta, ESAG’ın başlangıçta aktardığımız sorusuna geri dönecek olursak, evet AB ve üye ülkeleri, terör karşıtı yapılması gerekenleri yapacak politik isteğe sahip görünüyor. Ancak, aynı isteğin demokrasi ve özgürlüğü feda etmeden nasıl gerçekleşeceği şimdilik faili meçhul bir cinayete kurban gitti. Bu cinayeti aydınlatmak için mücadele etmek ise, her zaman olduğu gibi insan hakları savunucularına kalıyor.

HAKAN ATAMAN
(Radikal Gazetesi Arşivinden tüm yazılarını ara)

http://www.radikal.com.tr/ek_sayfa.php?ek=r2&ek_tarihi=15/01/2006