Misyonerlere Planlı ‘Münferit’ Saldırılar!

19.12.2007

Doç. Dr. Bekir Berat ÖZİPEK*

Türkiye’de Hıristiyan din adamlarına yönelik saldırıları sadece bir diziye mal etmek işin en kolay yanı. Evet, bu cinayetler, son yıllarda TV dizilerinden gazetelere ve internete kadar geniş bir alanda sürdürülen derin bir propagandayla meşrulaştırılmaya çalışılıyor; ama resmin tamamına baktığımızda, söz konusu cinayetlerin “bu yayınlardan etkilenen milliyetçi gençlerin tepkisi”nden ibaret olmadığı açık.

Her saldırı veya cinayet sonrası ortaya çıkan ilişkiler, abiler ve telefon kayıtları, işlenen suçun görünenden daha derin boyutlarının varlığına işaret ediyor. Kısacası resme dikkatli bakanların görmemesinin mümkün olmadığı, tanıdık gelen bir şeyler var. Kurbanın ve tetikçinin isimlerini ilk kez duysak da, bazen tetikçinin çektirdiği bir fotoğraf, bazen bir SİM kart, yaşananların “münferit bir olay” olmadığını gösteriyor.

Gösteriyor; ama görenlerin çoğu “eden bulmaz, diyen bulur” sözünün bu ülkede boşuna söylenmediğini bildiğinden, “bela”yla karşılaşmamak için susuyor. Ama neyse ki, bu ülkede adaleti korkularına kurban etmeyen insanlar da var ve çok şükür konuşuyorlar. Belki de bütün yaşananlar, herkesin neler olup bittiğini anladığı, ancak “kitabın ortasından” konuşamadığı garip bir pandomim olarak özetlenebilir. Ama sonuçta doğrudan veya dolaylı ifadelerle, tetiği çektirenin siması şekillenebiliyor. İşte asıl sorun da burada ortaya çıkıyor; çünkü ülkedeki filli durum ve güçler dengesi, ipin ucu nereye giderse oraya kadar izlemeye izin vermiyor. Adalet arayanların yüzünü çevirdiği hükümetin sorumluluğu da burada belirginleşiyor. Bu ülkede insanlar, din ve vicdan özgürlüğü haklarını kullandıkları için derin ve karanlık bazı odaklar tarafından hedef haline getiriliyor ve öldürülüyorlar.

Hükümet olayları ciddiye almalı

Hükümetin bu konuda cesaretle sorunun üstüne gitmesi ve göreceklerinden korkmasına rağmen perdeyi kaldırmaya girişmesi hayatî bir önem taşıyor. Çünkü öncelikle, insan hayatı söz konusu ve başka hiçbir gerekçe olmasaydı bile, yaşama hakkı siyasî iktidardan bu konuda kararlı bir duruş beklememiz için yeterli olacaktı. Başka bir ifadeyle, aşağıdaki gerekçelerin hiçbiri geçerli olmasaydı bile, sonuçlarından bağımsız olarak bunun bir hak olarak görülüp korunması gerekirdi ve gerekmektedir.

İkinci olarak, din ve vidan özgürlüğü hakkı söz konusudur. Misyonerlik de bu hakkın kapsamındadır ve hem evrensel hukuka göre hem de pozitif hukuka göre bir hakkın kullanımı söz konusudur. Misyonerlere veya misyonerlik yapmayan Hıristiyan din adamlarına yönelik ulusalcı propagandalar, onların bu haklarını kullanmalarını fiilen engellemek için gerekçe olamaz. “İncil’in arasına koyulan dolarlar”a veya “insanların zayıflıklarını sömürme”ye ilişkin haberler doğru olsa bile -ki bu haberlerin değeri “başını para için örten genç kız” haberlerinin değeri kadardır- bu ancak ahlakî bir eleştiriyi haklı kılabilir; bir yasağı veya bugün yaşananları değil.

Üçüncü olarak, özgürlükler rejimi bir bütündür ve onu bir bütün olarak almak veya almamak söz konusudur. Bu anlamda, Müslüman’ın, Hıristiyan’ın, Alevi’nin ve Sünni’nin haklarının tanındığı bir hukukî ve siyasî çerçevenin tesisi, ancak bütün inanç grupları için hakların tanınmasıyla mümkün olabilir. Bu bağlamda, ilk bakışta ilgisizmiş gibi görünse de, bu ülkede kendilerine yönelik baskıdan haklı olarak şikayet eden Müslümanların, özgürlük istiyorlarsa Hıristiyanlarınkini de savunmaları hem ahlakî hem de siyasî bakımdan zorunludur. Bunun tersi de aynı ölçüde doğrudur. (Orhan Kemal Cengiz, bunu “kelebek etkisi”yle açıklamaktadır. Bir kelebeğin kanadını çırpmasının çok uzak bir yerde fırtına oluşturması gibi, özgürlükçü veya yasakçı bir adım da çok ilgisiz görünen bir başka alanda, olumlu veya olumsuz sonuçlarıyla kendisini hissettirmektedir).

Dördüncü olarak, Hıristiyanlara yönelik saldırıların bir İslam ülkesinde gerçekleştiriliyor olmasının dünyada nasıl algılandığını tahmin etmek güç değil. Dışarıdan bakıldığında Türkiye’de “Müslüman demokrat” bir hükümet var ve ülkede Hıristiyanlar öldürülüyor. Türkiye hakkında yüzeysel bilgisi olan bir kişinin kolaylıkla yanlış sonuca varmasını mümkün kılan bir durum bu. Her saldırı ve cinayet haberi, Bush ve avenesinin elini güçlendiriyor, Batılı devletlerin İslam ülkeleri üzerindeki savaş ve işgallerine, dolayısıyla doğal kaynaklarına da el koyulması için uydurdukları bahanelere güç kazandırıyor, “hoşgörüsüz Müslüman” imajına katkıda bulunuyor, Avrupa’daki işçilere veya göçmenlere yönelik ırkçı saldırılara malzeme oluşturuyor. Türkiye’den gelen her saldırı haberi, Avrupa’da yaşayan Müslümanlara yönelik ayrımcılık, şiddet veya onların hayatını zorlaştıran yasal düzenlemeler anlamına geliyor; Sarkozy kılıklı liderler için iktidara giden yolu kısaltıyor. Dolayısıyla Türkiye’de Hıristiyanlara yönelik saldırıların, dünya barışını tehdit eden bu tür küresel güçleri ve liderleri sevindirmesi bile mümkün. Çünkü onlar açısından Kur’an veya İncil, Trabzon’da veya İzmir’de yaşayan bir rahibin hayatı değil, hizmet ettikleri ekonomik ve siyasî çıkarlar önemlidir.

Bu saldırıları gerçekleştiren odakların hükümetle hiçbir ilişkisinin olmaması, hatta bu saldırılarda hedeflerden birinin de kendisi olması onun sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor. Çünkü hükümet, sonuç olarak insan hayatını koruma konusunda aciz kalıyor; masum insanlar katlediliyor ve bunun sonu da gelmiyor.

Bu cinayetleri işleyen veya işletenler kim olursa olsun, vatandaşlar olarak bizim muhatabımız hükümettir. Bu saldırılar sürerken, eğer tetiği çektirenlerin üzerine gitme cesaretini gösteremezse, bu karanlık ve kirli ilişkileri ortaya çıkarıp tasfiye edemezse, açıktır ki cinayetlerin devam etmesi durumunda ahlakî ve siyasî anlamda sorumluluk da kendisine ait olacaktır. Tarih, sorunla yüzleşmekten kaçan, 6-7 Eylül ve Susurluk gibi olayların üstüne kararlılıkla gidemeyen hükümetlerin mezarlarıyla doludur. Şemdinli olayı da bu hükümetin “kabristana ibret nazarıyla bakmadığının” delili olarak karşımızda durmaktadır.

Oysa belki de “bürokratik oligarşi”ye karşı verilen tarihî mücadeleyi kazanmanın, Türkiye’yi az gelişmiş ülke demokrasisine mahkum eden hukuk dışı unsurlarla mücadele edebilmenin anahtarı burada olabilir. Bunun için sorunu muhayyel bir geleceğe ertelemeden, bu olayları planlayan odakların bir sonraki adıma geçmesi için zaman kredisi açmadan, bir sonraki cinayette tetikçi-abi ilişkisini kolay deşifre edilecek gibi değil daha profesyonel bir biçimde kurarak “kendilerini geliştirmeleri” için onlara fırsat vermeden harekete geçmek gerek. Bir kez cesaret göstermek, “aman efendim, öyle olursa böyle olur” diyen “devlet tecrübesi”ne sahip bazı siyasetçilerin telkinlerine bir kez olsun kulak vermeden ipin ucunu sonuna kadar izleyebilmek, hem hükümet için hem de Türkiye’de gerçekten demokratik bir hukuk devletinin varlığını görmek isteyenler için bir milat olabilir. Ama doğrusu benim pek umudum yok!

* Gaziosmanpaşa Üniversitesi Öğretim Üyesi

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=626817